2 Haziran 2008 Pazartesi

SAVAŞ VE BARIŞ

CEVAP:Barış iyi savaş ise çirkeftir. Savaşın aile içinde, aileler arasında,insanlar arasında ve hayvanlar arasında oluyor. Ama savaş insanlardan kaynaklanıyor. Bosnada her gün insanlar hep bombalanıyordu. Her yer karman çorman oluyordu. Kadınlara haciz yapılıyordu. Bebeler aç kalıyordu, maf oluyordu. Onun için hep tanklarlan UN getirilyordu. Hep bu savaş yüzünden.Halbuse savaş pekhala çirkeftir. Dünyada zaten her bir pislik insanlardan çıkıyor. Hayvanlara pislik diyorlar. Bana göre dünyada en büyük pisliklerdir.insanlar. Bir Baş Bakanın parmağı kesilip kanıyor olay oluyorda, bir normal memur kendini caminin minaresinden atıyor olay olmuyor.Bunlar baştan aşağı hepsi yağnış ve çirkeftir(Ercan/Ortaokul-2).

AYAĞINI YORGANINA GÖRE UZAT

CEVAP:Ayağını yorganına göre uzatırmısın. Ayağını çekyata göre uzat. Yani ayağını belirli bir yere kadar uzat. Ayağını yorgana göre uzatmazsan ayağın açıkta kalır ve ölürsün Kendine dikkat ol. Biz kendimize dikkat olmazsak ölürüz, üşütüp güme gideriz. Nineler kendilerine dikat etmezseler ölürler.Dedelerde bakımsızlıktan ölürler veya açsızlıktan da ölürler. Babaannelerde yaşlılıklarından ölürler.Veya kalpten de gider hiç haberleri olmaz.yaşlı babalar kalpten bakımsızlıktan, kansızlıktan ölebilirler. Yeni doğmuş bebeklerde mamasızlıktan ölüyorlar. Bir gelin yeni evlenmiş gelin eve gelmiş. Ana ve baba sevincinden ölmüş. Şimdi oniki, onüç, ondört yaşlarında kalpten gidenler oluyor(Melek/Ortaokul-1).

ÖZGÜRLÜK

CEVAP:Ademinoğlu insanının özgürlüğü vardır. Bir yeni doğmuş bebeğin bile kendine has özgürlükleri vardır. Ağlaması, acıkması konuşmadan yapabilme istek ve özgürlüğü ve biçim biçim hakları vardır. Bunlar basit konulardaki özgürlüklerdir. Bence insan başka hiç bir canlıya benzemez. İnsan bir ineje,bir kediye benzemez. İnsan konuşabilir, inekse möler. İnsan dört ayak üstünde yürüyemez. Fakat kediler yürür. Demekki insan dünyanın en önemli elemanıdır. Zaten özgürlük olmazsa, haklar olmazsa İstanbul Sudi Arabistandan farksız olur. Mesela Sudi Arabistanda yerden jeton aldın suç,hop kellen gitti(Yıldız/Ortaokul-2).

Sakla Samanı Gelir Zamanı

CEVAP:Bir Arkadaşımız bir şey isterse vermeyiz, ama bir kalem veya silgi isteriz.O da bize vermez. Komşunun oğlu veya kızını okula savacak kitabı yoksa komşununda varsa vermeli, zamanı gelince o da ona verir. Türkiye Irak'a ödünç silah vermezse Türkiye'de bir savaşa girdiğinde Irak'ın aklına şıpadanak gelir ve Türkiyeye yardım eder. Örneğin Spor kulüpleri Trabzonspor Fenerden ödünç para vermesi lazım, vermese bile Fenerin Trabzonspora işi düşer. Zamanı geldiğinde Trabzonda Fenere vermez. Büyük Türk gençleri birbirine bir ev kiralar, zamanı gelince o evi veren büyük Türk gencinin alın terini, emeğini eline koymalıdır. Bir ailenin ineği hastalanmış veteniren aramaya koyulur. Diğer komşunun evinde telefon vardır. Telefonu açmaya izin vermez inek orada ölür. Aradan yıllar geçer o telefonu açmaya izin vermeyen komşununun oğlu hastalanır. Aha işte şimdi zamanı geldi. Onun evindeki telefonu bozuldu. Onun evinde telefon var ve telefon açmaya gidemez. Ya işte saklasaydın samanı gelirdi şimdi zamanı(Hatice/Orta-1).

GÜNEŞ BALÇIKLA SIVANMAZ

CEVAP:Güneş ışınları değdiği yeri kurutur ve çöl haline getirir. Güneşi çahmurla sıvarsak bu delilik olur. Güneş balçıkla sıvanmaz diyorum. Güneş bunca uzaktan dünyamızı etkiliyorsa dünyadan çahmur alıp sıvamaya gittiğimizde güneşe yetişmeden çahmur kuruyp toprak olur. ve bizde ölürüz. Eğer güneş çahmurla sıvansaydı çahmur kurur eski halini alırdı, yani kururdu diyorum(Sinan/Lise-1)

30 Mayıs 2008 Cuma

5.180 artı 100 kaçtır. 180+100=280
4.11 artı 800 kaçtır. 800+11=811
3.80 artı 80 kaçtır. 80+80=160
2.180 artı 120 kaçtır. 180+120=300
1.sibel 18 ablası 30 yaşındadır ikisinin yaş toplamları kaçtır 30+18=48.

12 Nisan 2008 Cumartesi

Razı Değilim

Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen öteki tarafta bezi yoktu hiç…. Gece gün demeden servetini artırmakla meşgul oluyordu. Karun kadar varlıklı olmasına rağmen hayır hasenat işlerinde adı geçmiyordu. Cimriliğiyle nam salmıştı etrafa. Allah bir kız evlât vermişti ona. Büyük bir iştiyakla erkek evlât istemesine rağmen bu dileği olmamıştı işte.

Yabancı okullarda okutmuştu biricik kızını. Gözü gibi sakınıyordu onu. Fakat her geçen gün bize biraz daha yabancılaşıyordu. Giyimi, kuşamı, aksanı bize benzemiyordu hiç… Yurt dışında okumak ve yaşamak onu çok farklılaştırmıştı. Son zamanlarda ecnebi bir oğlan takmıştı koluna. Gündelik gönül ilişkisi yaşıyorlardı anlaşılan. Eli sıkı baba, yaban ellerde okuyan kızına para pompalıyordu sürekli. Bu kadar paranın nereye gittiğini de sormuyordu kızına. İdeal baba rolleri oynuyordu kendince.

Baba kızına karşı ne kadar cömertse fakir fukaraya, garip gurebaya karşı da eli o derece sıkıydı. Zenginliğini bilip kapısına gelenlere “Çalışın, Allah versin” deyip onları eli boş gönderiyordu. Kendisinden aşağıdakilere hor ve hakir gözlerle bakıyordu. Akşamları bir kadeh atmadan yatmazdı. Hayatın gayesi çalışmak ve kazanmaktan ibaretti onun için.

Kendisi ne kadar dine lâkaytsa alt komşusu da o derece mütedeyyindi. Bu yüzden hiç anlaşamıyorlardı. Birbirinin iç dünyalarını bildikleri için yıldızları barışmıyordu. Biri düzenli bir hayat sürüyor, öbürü gününü gün ediyordu.

Zengin adamın göbeği öne fırlamıştı. İçki hem fizikî, hem de ruhî yapısını çok değiştirmişti. Konuşurken içki kokan nefesini karşısındakilere değdiriyordu. Ramazanların manevî iklimi ona tesir etmiyordu. Alt komşusu Kur’an okumaya başladığında müzikçalarının sesini daha da yükseltiyordu. Sanki ilâhî mesajı ve sesi bastırmaya çalışıyordu. Ne kadar da basit düşünceliydi. Onun bu hâli, cehennem ateşini üfleyerek söndüreceğini sanan ahmağın durumundan farksızdı. Ama basireti bağlanmıştı bir kere.

Günde beş vakit semaya yükselen ezan sesleri onun için bir şey ifade etmiyordu. İlâhî çağrıya kulaklarını tıkamıştı bir kere. Ezandan rahatsız oluyordu aynı zamanda. Hatta bu kutsi çağrıyı duymamak için televizyonunu veya radyosunu açıyordu bazen. Allah’ı ve hesap gününü hatırlatan her şeyden şiddetle kaçıyordu. İçkiye düşkünlüğünün sebebi de buydu zaten. Mutlak hakikatleri unutmak yahut ertelemek!...

Oysa unutmak neyi hallederdi ki!...Yaşlılık alâmetleri dört taraftan sökün vermişti. Yaşlandıkça huysuzlukları ve huzursuzlukları da artıyordu. Kırk yıllık eşi de, bu kart adamın huysuzluklarına dayanamaz olmuştu. Kızının yanına gitmeye karar vermişti bu sıkıcı ortamdan kurtulmak için. Fakat kızı da bataktaydı. Kumar belâsına tutulmuştu bir kere. Poker masalarında sabahlıyordu. Uçan kuşa borcu vardı yaban ellerde. Nitekim her geçen gün babasından daha yüklü miktarlarda para ister olmuştu. Kumar batağına saplanınca eski dostuyla da yolları ayrılmıştı. Artık her hafta başka birisiyle görülüyordu.

Rakamlar yükselince baba da durumu öğrendi. Çok sevdiği kızını bu bataktan kurtarmak için neyi var, neyi yok sattı. Hayır işlerine kapanan kapılar kumar borçlarının ödenmesi için ardına kadar açılmıştı. Aile hem madden, hem de manen tükenmişliği yaşıyordu. Adam romatizmalarının azması yüzünden yürüyemez olmuştu. Elinde avucunda da fazla bir şeyi kalmamıştı. Nesi varsa batağa gitmişti.

Her geçen gün çöküyordu. Nihayet Mayıs ayının18’inde; dünyadayken unutmaya ve yok farzetmeye çalıştığı Rabbine giderken arkasında dağılmış bir aile, iflas etmiş bir şirket, sokaklara düşmüş yarı aşüfte bir kız, acılı ve zavallı bir eş bırakmıştı.

Mayısın 19’unda Türkiye bayram ederken, sağlığında hiç uğramadığı ve ruhunun ısınmadığı cami minarelerinden salâsı veriliyordu onun. Salâyla halk türküleri birbirine karışmıştı. Zira öğrenciler bayram şarkıları eşliğinde tören alanına gidiyorlardı. Sanki dünya böyle ruhsuz ve merhametsiz birisinden kurtulduğu için bayram ediyordu. Hoparlörlerden çalınan müzik, salâ sesini bastırıyordu. Tıpkı sağlığında ezan ve Kur’an okunurken kendisinin çaldığı müziğin bu ilâhi sesleri bastırdığı gibi… Etme bulma dünyasıydı bu dünya. Bir kez daha bu yüzünü göstermişti basiret sahiplerine… Fakat yine anlayan anlıyordu bu kutlu mesajı… Körler çarşısında aynanın ne anlamı ve önemi olabilirdi ki!...

Güneşin tam tepede olduğu bir öğlen vaktinde, sağlığında yolunun kesişmediği, kendisine göre çok yabancı bir mekânda sere serpe uzanmıştı. Fakat bu sefer altında Ege’nin sıcak kumları değil, musallanın buz gibi soğuk taşları vardı. Kim bilir kendini ne kadar da yabancı hissediyordu bu yerde. O da camiye gelmişti ömrünün ahirinde. Fakat bu gönülsüz bir gelişti. Daha doğrusu çıkmış olduğu uzun ahiret yolculuğunun ilk ayağıydı.

Öğle namazı için orada bulunan az sayıdaki insan, bu yabancı ölünün cenaze namazını kılmak için saf tutmuşlardı. Ona helâllik veriyorlardı; onun Müslümanlığına şahitlik ediyorlardı. Oysa hiçbiri tanımıyordu bu fani yolcuyu. Ne kadar da kolaydır tanımadığımız bir insan hakkında hüküm vermek….Bir o kadar da yanlış!...

Tam bu esnada tiz bir ses üste çıkarak rutin merasimi bölüyordu. Bu sesin sahibi, onun alt komşusundan başkası değildi. “Onun mümin ve muvahhit olduğuna şahitlik etmiyorum. Hakkımı da helâl etmiyorum.” diyen gönlü yaralı komşunun sesi, semada yankılanıyordu sanki. Cemaattekiler sesin geldiği yere bakınca; boyu sesinden kat kat küçük olan, beyaz takkeli, nur yüzlü adamı gördü. Gerçek şahitlik onunkisiydi. Ötekiler lâfın gelişi şahitlik ediyorlardı. Bunların şahitliği mevtanın günah galerisini paklamıyordu.

Komşusundan helâllik alamamasına rağmen toprak yine de bu günahkâr kulu bağrına basmıştı. Bütün kirleri ve günahları örten sadık dostumuz kara toprak, onun naçiz vücudunu da örttü şüphesiz. Fakat hesap ertelenmedi. Kötü kulun dünyada yaptığı fenalıklar yanına kalmadı, iyi kulun hayırları da zayi olmadı. Nitekim Yüce Rabbimiz kıyameti anlatırken bu hususta şöyle buyuruyor: “Artık kim zerre ağırlığınca hayır işlerse, onu görür. Artık kim zerre ağırlığınca bir şer (kötülük) işlerse, onu görür.”(Zilzal S. 7–8. Ayetler). Ne mutlu o büyük günde amel defteri sağdan verilenlere!...

HİÇ HAYALLERİNİZDEN SIFIR ALDINIZ MI ?

Bu öykü, çiftlikten çiftliğe, yarıştan yarışta koşarak
atları terbiye etmeye çalışan gezgin bir at terbiyecisinin
genç oğluna kadar uzanır. Babasının işi nedeniyle
çocuğun orta öğretimi kesintilere uğramıştı.
Orta ikideyken, büyüdüğü zaman ne olmak ve yapmak
istediği konusunda bir kompozisyon yazmasını istedi hocası..
Çocuk bütün gece oturup günün birinde at çiftliğine
sahip olmayı hedeflediğini anlatan 7 sayfalık bir
kompozisyon yazdı. Hayalini en ince ayrıntılarıyla anlattı.
Hatta hayalindeki 200 dönümlük çiftliğin krokisini de çizdi.
Binaların, ahırların ve koşu yollarının yerlerini gösterdi.
Krokiye, 200 dönümlük arazinin üzerine oturacak 1000
metrekarelik evin ayrıntılı planını da ekledi.
Ertesi gün hocasına sunduğu 7 sayfalık ödev,
tam kalbinin sesiydi.. İki gün sonra ödevi geri aldı.
Kağıdın üzerinde kırmızı kalemle yazılmış kocaman bir
"0" ve "Dersten sonra beni gör" uyarısı vardı.
"Neden "0" aldım?" diye merakla sordu hocasına, çocuk..
"Bu senin yaşında bir çocuk için gerçekçi olmayan bir hayal"
dedi, hocası.. "Paran yok. Gezginci bir aileden geliyorsun.
Kaynağınız yok. At çiftliği kurmak büyük para gerektirir.
Önce araziyi satın alman lazım. Damızlık hayvanlar da
alman gerekiyor. Bunu başarman imkansız" ve ekledi:
"Eğer ödevini gerçekçi hedefler belirledikten sonra yeniden
yazarsan, o zaman notunu yeniden gözden geçiririm."
Çocuk evine döndü ve uzun uzun düşündü. Babasına danıştı.
"Oğlum" dedi babası "Bu konuda kararını kendin vermelisin.
Bu senin hayatın için oldukça önemli bir seçim!."
Çocuk bir hafta kadar düşündükten sonra ödevini hiçbir
değişiklik yapmadan geri götürdü hocasına..
"Siz verdiğiniz notu değiştirmeyin" dedi..
"Ben de hayallerimi..".....

O orta 2 öğrencisi, bugün 200 dönümlük arazi üzerindeki
1000 metrekarelik evinde oturuyor.
Yıllar önce yazdığı ödev şöminenin üzerinde
çerçevelenmiş olarak asılı.
Öykünün en can alıcı yanı şu: Aynı öğretmen,
geçen yaz 30 öğrencisini bu çiftliğe kamp kurmaya getirdi.
Çiftlikten ayrılırken eski öğrencisine "Bak" dedi,
"Sana şimdi söyleyebilirim. Ben senin öğretmeninken,
hayal hırsızıydım. O yıllarda
öğrencilerimden pek çok hayal çaldım.
Allah' tan ki, sen, hayalinden vazgeçmeyecek kadar inatçıydın."

KÜÇÜK ÇİN BALIĞI

Birgün, bir denizde, onsekiz, yirmi metrede, küçük bir
balık yanaştı kulağıma... Balıkça bilirmisin dedi...
Bilmezmiyim... Hemen başımı salladım. Dinle dedi,
sana bir sır vereceğim... Neymiş o dedim...
Ağzımdan kabarcıklar merakla yükseldi... Aşığım dedi
küçük balık çok aşığım... İşte o günden beri
kıskanırım küçük balıkları için için...
Küçük balıkla dost olmayı düşledim...
Bir deniz kestanesi kırdım, mutlu düşleri, başka
bir balığın peşinde yedi, deniz kestanesini...
Adın ne senin dedim usulca.. Adım mı ? bilmem...
Benim adım yok, ben balığım dedi...
Peki sana küçük çin balığı desem olur mu? dedim...
Seni mutlu mu edecek dedi... Belkide eder kimbilir..
Peki benim adım küçük çin balığı olsun dedi, yüzdük,
yüzdük, yüzdük... Yoruldum dedim, biraz dinlenelim mi?
Yüzüme baktı, olur dedi küçük çin balığı... dinlenelim.
Niye yüzüme baktığını anlıyamadım, sorsam mı dedim;
soramadım, ağzımın ucunda bir soru kaldı ve küçük çin balığı
bunu farketti.. Toparlandım hemen, nereye yüzüyorduk?
Bir yerlere mi yüzmeliydik dedi, bilmem dedim gayriihtiyari
bilmem... Yüzüyorduk öylece dedi küçük çin balığı.
Yetmez mi ki, bu sana... Yeter, yeter dedim. Dedim ama..
İçimde garip bir şey kıpırdadı adını koyamadım. Öylece
yüzmeye devam ettik, öylece... Sanki yıllardır düşlediğim,
hedefi olmayan, sadece elini tuttuğumda içiminin ısındığı
bir sevda gibi.. Öylece yüzüyorduk...Ben, bir adam,
o, bir balık... Küçük çin balığı...
Sanki düşlerimi okudu istersen ayrılalım dedi...
Neden, nedenmiş o? İstersen ayrılalım ona yaklaşıyoruz..
O mu? O da kim?
Ne çabuk da unuttun... hani sırrım, hani aşık olduğum...
Bir yudum sessizlik düğümlendi içimde... Onca
sessizliğin içinde zamanımıydı şimdi? Neler oluyor bana...
Bu oksijen narkozu olmalı, biraz yukarı çıkmalıyım..
İki metre, evet evet.. İki metre yeter..
Vedalaşmadan mı gidiyorsun?
Ne diyebilirim, sen, bir düş değil misin...
Sen, benim düşlerimin küçük çin balığı değil misin...
Usulca süzüldü, yanağıma sokuldu,
soğuk suların tüm sıcaklığıyla...
Tüpüm bitmek üzere.. Çıkmalıyım.. Dönünce?...
Bekleyeceğim seni, kendine iyi bak,
böyle hüzünlü bitmesin dedi ve maviliklerin
içine doğru süzülüp kayboldu...
Anlamsız, içim boş, yükselmeye başladım.
Çıktığımda yanımdakiler telaşlıydılar... İyimisin?
Biraz şöyle uzan istersen... Ayşegül de belli etmemeye
çalıştığı panikle yanağımı tuttu, canım, iyisin değil mi?
Başımı salladım, gözlerine bakamadım... Herşeyi bir anda
eleveririm gibi... Vazgeçsen şu sevdadan, her seferinde
böyle beklemek... Vazgeçmek mi bu sevdadan dedim,
usulca, daha neresindeyim onu bile bilmeden....
kıyıya akşamın hüznü çöktü...
En sevdiğim saatlerde, keyifsiz yudumladım rakıdan..
Ayşegül, kadınsal içgüdüleriyle huzursuz,
bense bir balığa........Saçmalıyorum..
Hep istediğim şey oluyor, sistemli deliriyorum, evet...
Evet, işte böyle olsa gerek, sistemli deliriyorum...
Toplanıp gitmek istiyorum herşeyi.. Elbiselerimi, tüpümü,
herşeyi.. Ayşegül de dahil, herşeyi bırakıp gitmek istiyorum...
Anlamsız bir hırsla eşyalarımı topladım...
Valizim tıkış tıkış, içim de öyle.. Ve içimden kaçıp kopmak
geliyor yaşamdan, kopup esmek dağlara doğru...
Ama ya, ömrüm boyu, yakama yapışırsa küçük çin balığı...
Ya, yaşamım boyunca, soğuk suların sıcak öpücüğü gibi
rüyalarımı basarsa... Tüm bitiremediğim aşklarımdan
biri olursa. Düşüncelerime inanamıyorum.
Liseli gençlerin aşkı kokuyor... Yok yok...
Tekrar dalmalıyım, bu salakça düşü noktalamalıyım...
Sabahın ilk ışıklarıyla terleyerek uyandım. Elbiselerimi,
paletimi zor topladım. Sahilin ıssızlığında giyindim, henüz
güneşin ısıtamadığı sularda ürperdim. Yavaşça mavinin
büyüsüne bıraktım kendimi... Liseli heyecanım başladı.
Soğuk suların içinde ellerim terledi, ilk aşkımı hatırladım..
Aşkımı mektupta ilan edebilmiştim... O da kabul etmişti.
Sonra buluşmaya karar verdik. O nu ilk gördüğümde
düşecekmiş gibi olmuştum. Bunu nasıl da unutmuşum...
Dudaklarımın ucuna salakça bir liseli gülümsemesi yapıştı,
öylece süzülüyorum mavilere. Biran önce havamı
bitirip çıkmak ve bu salakça düşe son vermek için...
Binlerce balık süzülüp geçiyor yanıbaşımdan oraya buraya
dağılıveriyor... Ben se, küçük çin balığını arıyorum...
Belki de umutlarımı, küçüklüğümden beri kurduğum düşleri,
küçük olduğum için savaşamıyıp kaybettiğim aşkımı...
Kısacası kendimi arıyorum...
Ya ben dedi, küçük çin balığı yumuşacık bir sesle... Ya ben!..
Binlerce volta tutulmuş gibi sıçradım soğuk suların içinde.
Sular kaynadı, kaynadı da yaktı beni sanki...
Bir nefes daha almayasım geldi tüpümden,
öylece kendimi bırakıvermek maviliklere... Ama sen.. Sen,
diye şaşkın kekeledi küçük çin balığı... Sen bana... Evet,
küçük çin balığı, ben sana... İçimde yılların boşluğu doluverdi..
Bir söz, üstelik bir tamamlanmamış söz... Donduk, donduk da
kaldık sanki öylece. Laf bitti koskoca denizde. Laf bitti...
Nolucak şimdi dedim... Hiç dedi; yüzeceğiz.
Sen, daha mutlu. Ben, şaşkın ve düşünceli...
Neden şaşkın ve düşünceli diyemedim...
Unutma, ben aşığım dedi, şimdiyse şaşkın,
sen yıllardır düşlediğimsin, olamıyacak hayalimsin
ve işte karşımdasın, ansızın çıkıpgeldin, beni, çok
etkiliyorsun ama ben, yine de aşığım...
Yüzdük, lafın bittiği denizlerde...
Mavilikler bir garip, artık eski renginde değil.
Sanki, sanki küçük çin balığının pırıltıları solmuş.
Sanki, küçük çin balığı, tanımlıyamadığı
garip bir hüzün dalgasında sürükleniyor.
Elimi uzattım... Yüzüme dostça bir gülücük oturttum...
Oysa içim?.. Havam bitmek üzere...
Biliyorum dedi, benim de zamana ihtiyacım var, bunu da
sen biliyorsun, ama dostluğum hep yanında olacak...
Bakışlarımı gizledim, anlamlarını körelttim,
aklımı onda bırakıp, yukarıya süzüldüm ..
Ayşegül sahilde öylece hareketsiz...
Yanıma gelmedi, gittim yanına oturdum...
İkimizde denize dönük... Nasıl bir oyun bu dedi,
sesinin son enerjisi ile nasıl bir oyun bu?..
Bilmem dedim, bilmem... Belki de ölümcül.

ADA

Bir zamanlar, bütün duyguların
üzerinde yaşadığı bir ada varmış:
Mutluluk, Üzüntü, Bilgi ve
tüm diğerleri, Aşk dahil.

Bir gün, adanın batmakta olduğu,
duygulara haber verilmiş.
Bunun üzerine hepsi,
adayı terketmek için
sandallarını hazırlamışlar.
Aşk, adada en sona kalan duygu olmuş.
Çünkü, mümkün olan en son ana
kadar beklemek istemiş.
Ada neredeyse battığı zaman,
Aşk, yardım istemeye karar vermiş.
Zenginlik,
çok büyük bir teknenin içinde geçmekteymiş.
Aşk,
"Zenginlik, beni de yanına alır mısın?"
diye sormuş.
Zenginlik,
"Hayır, alamam. Teknemde çok fazla altın
ve gümüş var, senin için yer yok." demiş.
Aşk, çok güzel bir yelkenlinin içindeki
Kibir'den yardım istemiş.
"Kibir, lütfen bana yardım et!"
"Sana yardım edemem Aşk.
Sırılsıklamsın
ve yelkenlimi mahvedebilirsin."
diye cevap vermiş Kibir.
Üzüntü yakınlardaymış
ve Aşk, yardım istemiş:
"Üzüntü, seninle geleyim..."
"Off, Aşk, o kadar üzgünüm ki,
yalnız kalmaya ihtiyacım var."
Mutluluk da Aşk'ın yanından geçmiş
ama o kadar mutluymuş ki,
Aşk'ın çağrısını duymamış.
Aşk, birden bir ses duymuş:
"Gel Aşk! Seni yanıma alacağım..."
Bu Aşk'tan daha yaşlıca birisiymiş.
Aşk o kadar şanslı ve
mutlu hissetmiş ki kendini
onu yanına alanın kim olduğunu
öğrenmeyi akıl edememiş.

Yeni bir kara parçasına vardıklarında,
Aşk'a yardım eden, yoluna devam etmiş.
Ona ne kadar borçlu olduğunu
farkeden Aşk, Bilgi'ye sormuş:
"Bana yardım eden kimdi?"
"O, Zaman'dı" diye cevap vermiş Bilgi.
"Zaman mı?
Neden bana yardım etti ki?"
diye sormuş Aşk.
Bilgi gülümsemiş:
"Çünkü sadece Zaman Aşk'ın ne kadar
büyük olduğunu anlayabilir

TATLI CADI!!

Kral Arthur, bir soruya doğru cevap verebilirse hayatı
kurtulacak, aksi takdirde ölecektir. Soruya cevap verebilmesi
için 1 sene süresi vardır. Soru aynen söyledir:

KADINLAR NE İSTERLER?

Bu soru tabi ki, dünyanın en zor sorusu. Ancak,
kralın fazla bir tercih şansı yoktur.
Ülkesine geri döner. Türlü alimlere, bilir kişilere danışır
ama soruya tam bir doğru yanıt bulamaz.
Bu sorunun cevabını sadece yaşlı bir cadı bilmektedir.
Artık en son gün gelmiştir ve Arthur mecburen cadıya gider.
Cadı soruya cevap verecektir ancak bir şartı vardır.
Cadı cevap karşılığında Arthur'un yakın arkadaşı,
en iyi ve yakışıklı şövalyesi ile evlenmek istemektedir.
Arthur yıkılır ve bunu kabul edemeyeceğini söyler
ve cadının yanından ayrılır. Şövalye olanları duyar,
krala koşup hiçbir şeyin Arthur'un hayatından daha önemli
olamayacağını söyler. Ve cadıdan cevabı alırlar.

KADINLAR HER ZAMAN KENDI ÖZGÜR
İRADELERİYLE KARAR ALMAK ISTERLER.

Evet kesinlikle doğru olan bu cevap sayesine kralın
hayatı kurtulur ancak, şövalyenin hayatı sönmüştür.
Nihayet şövalye için en kötü an yani,
gerdek gecesi gelir. Ancaaaakk...Odaya girdiğinde
karşısında cadı yerine dünyanın en güzel kadınını görür.
Şövalye şaşırır ve sorar. "Sen kimsin?".
Kadın cevap verir:. "Ben evlendiğin cadıyım.
Ancak gündüzleri son derece çirkin ve geceleri
son derece güzel olurum. Ya da, gündüzleri
son derece güzel ve geceleri son derece çirkin olurum.
Nasıl gözükeceğime sen karar vereceksin".
Şövalye çok kısa bir süre düşünür.
Geceleri mükemmel bir sevgili mi yoksa
gündüzleri eşiyle beraber kazanacağı saygınlık mı?
Ve şöyle cevap verir: "Nasıl olmak istediğine sen karar ver
lütfen, ben senin her haline karşı saygılıyım."
Cadı bu karar karşısında çok sevinir. "Sen bana
seçme özgürlügünü verdin ve beni kısıtlamadın şövalyem.
Bu yüzden ömür boyu yanında güzel ve
saygılıbiri olarak gözükeceğim".
sonuç ?

KADINLAR, İSTER, SON DERECE GÜZEL...
İSTER, SON DERECE ÇİRKİN OLSUN...
HERZAMAN CADIDIRLAR ... :))))
AMA TATLI...

BIRAKIP DA GİDENE...

Burnu bir karış havada, gözü
yükseklerdeydi ben onu sevdiğimde.
Hele hele benim aşkımı
yerden yere vurup,
nasıl kırmıştı kalbimi zalim.
Dudaklarından dökülen acı sözleri;
öyle ki, bugün bile unutamadım.
Ne tebessümdü o , zehirden beter.
Her olayda içim paramparça,
gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı olurdu.
Yorgun düşerdim onsuz geçen,
onunla dolu, koyu siyah gecelerden.
Pişmanlıktan kendime lanetler eder,
sevgimi söylediğim günü düşündükçe,
kaleme sarılıp yazardım ona nefretin
aşkla kucaklaştığı o uzun mısralarımı.
Derdim ki; alın yazımdı,
onbeşimin çocuksu aşkıydı.
Nasıl da gülerdi canı istedi mi...
En anlamlı bakışlarıyla önce ümitlendirir,
ardından bir uçurumun kenarına
yapayalnız bırakır giderdi.
Ben çaresiz, ben yorgun,
ben bıkkın bu sevdadan.
Ah bilirdi o insafsız,
diri diri yanardım o böyle yaptıkça...
Şubatın buz gibi kasvetli soğuğunda;
onda ne bulduğumu bugün bile bilemem.
Ama o günlerde hayatımın amacı,
varolma gibi gelirdi bana.
Çocukluk mu, yoksa gençliğimin
safça tutkusu muydu bu
kölesiye bağlanış,
içten içe kopan fırtınalar,
bu delice yakarış?
Kimbilir, belki de
sevilmeye muhtaç bir kalbin
bitmek bilmeyen kaprisi...
Ondan hiçbir şey istememiştim.
Sadece sevgi...
Evet, şimdi yıllar sonra ben,
onu düşünüyorum ilk defa
kucağımda resimler, hatıralarla.
Hava yine soğuk, yine kasvetli
gözleri gözlerimde yine
sevgi, derin yüreğimde.
Unuttum sanırdım, meğer aldanmışım,
ağladım saatlerce.
Bu onun "ölüm yıldönümü"dür.
17'sinde toprakla kucaklaşan,
o zalimin hikayesidir anlatılan.
Bir melodidir kırık, umutsuz...
Doldururken sensizlik o an odayı
gönlüm hala boş, kafam yine dumanlı.
Bir feryat yankılanmıştı acı dolu
tam 15 yıl önce bugün bomboş kırlarda.
Deli gibi koştum sınıfa, sırası boştu.
Benim kadar çaresizdi her köşe.
Kendi kendime konuşarak
yaklaştım sırasına;
"Sen ölemezsin; canımsın, sevgimsin, emelimsin
Dileğince nefret et, alay et duygularımla Kızmam sana
Ama ne olur bir yalan olsun, acı bir şaka.
Evet, evet beni üzmek için yapıyorsun.
Herşeyini özledim...
Allahım son defa göreyim yeter bana"
Bu sensiz yakarış defalarca sürmüştü
ta ki, ölümün o sinsi kokusunu
içimde duyana kadar.
Hıçkıra hıçkıra ağladım,
sıraya kazıdığın ismini öptüm.
Sonra, ona ait birşeyler bulmak için
aradım her köşeyi...
Yalnızca buruşturulmuş bir sayfa,
rengi solmuş.
Yazı, onun yazısı.
Bir mektuptu, özenilerek yazılmış,
belki de çok emek verilmiş her satırına...
Çok şaşırdım, mektup bana hitabendi.
Korkakça, kaybolmasından korkarak,
acıyla okudum her cümleyi
kalbimde büyüyen bir özlemle...
Hele hele o ilk satırı...
Öyle ki, bugün bile unutamam,
okudukça ağlarım.
"İnsan sevdiğini yerden yere vururmuş
bir tanem, AFFET BENİ !!!..."

ÇİÇEKLE SUYUN HİKAYESİ

Günün birinde bir çiçekle su karşılaşır ve arkadaş olurlar.

İlk önceleri güzel bir arkadaşlık olarak devam eder
birliktelikleri, tabii zaman lâzımdır birbirlerini tanımak için.

Gel zaman, git zaman çiçek o kadar mutlu olur ki, mutluluktan
içi içine sığmaz artık ve anlar ki, su'ya aşık olmuştur.

İlk kez aşık olan çiçek, etrafa kokular saçar,
"Sırf senin hatırın için ey su" diye...

Öyle zaman gelir ki, artık su da içinde çiçeğe karşı
birşeyler hissetmeye başlamıştır. Zanneder ki,
çiçeğe aşıktır ama su da ilk defa aşık oluyordur.

Günler ve aylar birbirini kovalalar ve çiçek acaba
"Su beni seviyor mu?" diye düşünmeye başlar.

Çünkü su, pek ilgilenmez çiçekle... Halbuki çiçek,
alışkın değildir böyle bir sevgiye ve dayanamaz.

Çiçek, suya "Seni seviyorum der. Su, "Ben de seni
seviyorum" der. Aradan zaman geçer ve çiçek
yine "Seni seviyorum" der. Su, yine "Ben de" der.
Çiçek, sabırlıdır. Bekler, bekler, bekler...

Artık öyle bir duruma gelir ki, çiçek koku saçamaz
etrafa ve son kez suya "Seni seviyorum." der.

Su da ona "Söyledim ya ben de seni seviyorum." der
ve gün gelir çiçek yataklara düşer. Hastalanmıştır çiçek
artık. Rengi solmuş, çehresi sararmıştır çiçeğin.
Yataklardadır artık çiçek. Su da başında bekler
çiçeğin, yardımcı olmak için sevdiğine...

Bellidir ki artık çiçek ölecektir ve son kez zorlukla
başını döndürerek çiçek, suya der ki; "Seni ben,
gerçekten seviyorum." Çok hüzünlenir su bu durum
karşısında ve son çare olarak bir doktor çağırır
nedir sorun diye...Doktor gelir ve muayene eder
çiçeği. Sonra şöyle der doktor: "Hastanın durumu
ümitsiz artık elimizden birşey gelmez."

Su, merak eder, sevgilisinin ölümüne sebep olan hastalık
nedir diye ve sorar doktora. Doktor, şöyle bir
bakar suya ve der ki: "Çiçeğin bir hastalığı yok dostum...
Bu çiçek sadece susuz kalmış, ölümü onun için" der.

Ve anlamıştır artık su, sevgiliye sadece
"Seni seviyorum" demek yetmemektedir...

FİNCAN TAKIMI

Yırtık pırtık paltolar giymiş iki çocuk
kapımı çaldılar: "Eski gazeteniz var mı bayan?"
Çok işim vardı. Önce hayır demek istedim ama ayaklarına
gözüm ilişince sustum. İkisinin de ayaklarında eski sandaletler
vardı ve ayakları su içindeydi. "İçeri girin de, size kakao yapayım"
dedim. Hiç konuşmuyorlardı. Islak ayakkabıları halıda iz bırakmıştı.
Kakaonun yanında reçel, ekmek de hazırladım onlara, belki dışarıdaki
soğuğu unutturabilir, azıcık da olsa ısıtabilirdim minikleri. Onlar şöminenin
önünde karınlarını doyururken ben de mutfağa döndüm ve yarıda bıraktığım
işlerimi yapmaya koyuldum. fakat oturma odasındaki sessizlik dikkatimi çekti
bir an ve başımı uzattım içeriye. Küçük kız elindeki boş fincana bakıyordu...
Erkek çocuğu bana döndü "Bayan, siz zengin misiniz?" diye sordu. Zengin mi?
"Yo hayır!" diye yanıtlarken çocuğu,gözlerim bir an ayağımdaki eski terliklere
kaydı. Kız elindeki fincanı tabağına dikkatle yerleştirdi ve "Sizin fincanlarınız,
fincan tabaklarınız takım" dedi. Sesindeki açlık, karın açlığına benzemiyordu.
Sonra gazetelerini alıp çıktılar dışarıdaki soğuğa. Teşekkür bile etmemişlerdi
ama buna gerek yoktu. Teşekkür etmekten daha öte bir şey yapmışlardı.
Düz mavi fincanlarım ve fincan tabaklarım takımdı.Pişirdiğim patateslerin
tadına baktım. Sıcacıktı patatesler, başımızı sokacak bir evimiz vardı,
bir eşim vardı ve eşimin de bir işi... Bunlar da fincanlarım ve fincan
tabaklarım gibi bir uyum içindeydi. Sandalyeleri şöminenin
önünden kaldırıp, yerlerine yerleştirdim. Çocukların
sandaletlerinin çamur izleri,halının üzerindeydi
halâ. Silmedim ayak izlerini. Silmeyeceğim
de. Olur unutuveririm ne denli zengin
olduğumu...

MUCİZE....

Sally, küçük kardeşi George hakkında
anne ve babasının konuşmalarını duyduğu zaman
yalnızca sekiz yaşındaydı. Kardeşi çok hastaydı ve onu
kurtarabilmek için ellerinden gelen herşeyi yapmışlardı.
George'nin yalnızca çok pahalıya malolacak bir ameliyatla
kurtulma şansı vardı fakat bunun için yeterli paraları yoktu.
Babasının, umutsuz bir biçimde annesine şöyle fısıldadığını
duymuştu Sally: "Yalnızca bir mucize onu kurtarabilir." Bu
sözleri duyar duymaz, usulca kendi odasına yürüdü Sally.
Domuz biçimindeki kumbarasını gizlediği yerden
çıkartarak içindeki paraları yavaşça yere dökerek
saymaya başladı. Yanılgıya düşmemek için tam
üç kez saydı kumbaradan çıkardığı bozuk
paraları. Sonra hepsini cebine koyarak
aceleyle evden çıkıp, köşedeki
eczaneye gitti.

Eczacının dikkatini çekebilmek
için büyük bir sabırla bekledi. Eczacı
çok yoğundu ve bir adama ilaçlarını nasıl
kullanacağını anlatıyordu. Bu yoğun çalışmanın
arasında sekiz yaşındaki bir çocukla ilgilenmeye
hiç niyeti yoktu ama Sally'nin beklediğini görünce
"Evet, ne istiyorsun söyle bakalım" dedi. "Biraz acele et,
gördüğün gibi beyefendiyle ilgileniyorum" diyerek yanındaki
şık giyimli adamı gösterdi. Sally "Kardeşim" dedi. Sessizce
yutkunduktan sonra devam etti: "Kardeşim çok hasta,
bir mucize almak istiyorum." Eczacı Sally'e bakarak:
"Anlayamadım" dedi. "Şeyy, babam 'Onu ancak
bir mucize kurtarabilir' dedi, bir mucize kaç
paradır, bayım?" Eczacı Sally'e sevgi ve
acımayla baktı bu kez: "Üzgünüm
küçük kız, biz burada mucize
satmıyoruz, sana yardımcı
olamayacağım" dedi.

Sally o kadar kolay vazgeçmek istemedi.
Eczacının gözlerinin içine bakarak "Karşılığını
ödemek için param var benim, bana yalnızca fiyatını
söylemeniz yeterli" dedi. Bu arada Sally ve eczacının
yanında bekleyen iyi giyimli bey Sally'e dönerek "Ne tür
bir mucize gerekiyor kardeşin için küçük hanım? diye sordu.
"Bilmiyorum" dedi Sally. Sonra gözlerinden aşağı süzülen
yaşlara aldırmaksızın devam etti: "Tek bildiğim, o çok hasta
ve annem ameliyat olmazsa kurtulamayacağını söyledi ailemin
de ameliyat için ödeyebilecekleri paraları yok. Ama babam
"Onu ancak bir mucize kurtarabilir" deyince ben de
paramı alıp buraya geldim." "Peki, ne kadar paran
var?" diye sordu iyi giyimli adam. " Bir dolar
ve onbir sent" dedi Sally. "Ve dünyadaki
tüm param bu!" "Bu iyi bir şans, küçük
kardeşini kurtarmak için gerekli olan
mucize için yeterli bu para"
dedi, iyi giyimli adam.

Adam bir eline parayı aldı, öteki
eliyle de Sally'nin elini tutarak "Beni
yaşadığın yere götürür müsün lütfen?" diye
sordu. "Küçük kardeşini ve aileni tanımak istiyorum"
dedi. İyi giyimli adam Dr. Carlton Armstrong'du ve George
için gerekli olan ameliyatı yapabilecek tanınmış bir cerrahtı.
Ameliyat başarıyla sonuçlanmış ve aile hiçbir ödeme yapmamıştı.
Hep birlikte mutluluk içinde evlerine döndükleri zaman hâlâ
yaşadıkları olayların etkisinden kurtulamamışlardı. Anne:
"Hâlâ inanamıyorum. Bu ameliyat bir mucize! Doğrusu
maliyeti ne kadardır merak ediyorum" dedi. Sally
kendi kendine gülümsedi. O bir mucizenin kaça
malolduğunu çok iyi biliyordu. Tam
tamına bir dolar ve onbir sent!

BALON

Küçük çocuk, baloncuyu büyülenmiş gibi
takip ederken, şaşkınlığını gizleyemiyordu.
Onu hayrete düşüren şey,
"Bizim eve bile sığmaz" dediği o güzelim balonların
adamı nasıl havaya kaldırmadığı idi.
Baloncu dinlenmek için durakladığında o da duruyor
ve sonra yine takibe koyuluyordu. Bir ara adamın
kendisine baktığını farkederek ona doğru yaklaştı
ve bütün cesaretini toplayarak:
-Baloncu amca, dedi. Biliyor musun benim hiç balonum olmadı.
Adam çocuğu söyle bir süzdükten sonra:
-Paran var mı? diye sordu. sen onu söyle.
-Bayramda vardı, diye atıldı çocuk, önümüzdeki bayram yine olacak.
-Öyleyse bayramda gel, dedi adam. Acelem yok, ben beklerim.
Çocuk sessizce geri döndü. O ana kadar balonlardan
ayırmadığı gözleri dolu dolu olmuş, yürümeye bile mecali
kalmamıştı. Bir kaç adım attıktan sonra elinde olmadan
tekrar onlara baktığında, gördüklerine inanamadı.
Balonlar, her nasılsa adamın elinden kurtulmuş ve
yol kenarındaki büyük bir akasya ağacının dallarına takılmıştı.
Çocuk, olup bitenleri büyük bir merakla takip ederken,
baloncu ona doğru dönerek:
-Küçük, diye seslendi. Balonları ağaçtan kurtarırsan
birini sana veririm. Yapılan teklif,
yavrucağın aklını başından almıştı.
Koşarak ağacın altına doğru yöneldi ve ayakkabılarını
aceleyle fırlatıp tırmanmaya başladı.
Hedefine adım-adım yaklaşırken duyduğu heyecan,
bacaklarını kanatan akasya dikenlerinin acısını
hissettirmiyordu. Sincap çevikliğiyle balonlara
ulaştığında bir müddet onları seyretti ve
dallara dolanan ipi çözerek baloncuya sarkıttı.
Ancak balonlardan birisi iyice sıkıştığından
diğerlerinden ayrılmış ve ağaçta kalmıştı.
Çocuk onu kurtarmaya kalkışsa,
dikenlerden patlayacağını çok iyi biliyordu.
İster istemez balonu yerinde bırakıp
aşağıya indi ve adam dönerek:
-Birini bana verecektiniz, dedi. Hangisi o?
Adam elini tersiyle burnunu sildikten sonra:
-Seninki ağaçta kaldı evlat, dedi. İstersen çık al.
Çocuk bu sefer ayakta bile duramadı.
Kaldırım kenarına oturup baloncunun
uzaklaşmasını bekledikten sonra,
dallar arasında parlayan balona uzun uzun bakarak:

"Olsun", diye mırıldandı. "Olsun." Ağacın üzerinde
kalsa da, bir balonum var ya artık

KURABİYE HIRSIZI

Bir gece kadının biri bekliyordu havaalanında,
Daha epeyce zaman vardı, uçağın kalkmasına.
Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve bir paket
kurabiye alıp, buldu kendisine oturacak bir yer.

Kendisini kitabına öyle kaptırmıştı ki, yine de
Yanında oturan adamın olabildiğince cüretkar bir şekilde
Aralarında duran paketten birer birer kurabiye
Aldığını gördü, ne kadar görmezden gelse de.

Bir taraftan kitabını okuyup, bir taraftan kurabiyesini yerken,
Gözü saatteydi, "kurabiye hırsızı"yavaş yavaş
Tüketirken kurabiyelerini.
Kulağı saatin tik tak larındaydı ama yine de
engelleyemiyordu tik tak lar sinirlenmesini.
Düşünüyordu kendi kendine, "Kibar bir insan olmasaydım,
Morartırdım şu adamın gözlerini!"

Her kurabiyeye uzandığında, adam da uzatıyordu elini.
Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca
"Bakalım şimdi ne yapacak?" dedi kendi kendine.
Adam, yüzünde asabi bir gülümsemeyle
Uzandı son kurabiyeye ve böldü kurabiyeyi ikiye.
Yarısını kurabiyenin atarken ağzına, verdi diğer yarıyı kadına.

Kadın kapar gibi aldı kurabiyeyi adamın elinden ve
"Aman Tanrım, ne cüretkar ve ne kaba bir adam,
Üstelik bir teşekkür bile etmiyor!"
Anımsamıyordu bu kadar sinirlendiğini hayatında,

Uçağının kalkacağı anons edilince bir iç çekti rahatlamayla.
Topladı eşyalarını ve yürüdü çıkış kapısına,
Dönüp bakmadı bile "kurabiye hırsızı" na.
Uçağa bindi ve oturdu rahat koltuğuna,
Sonra uzandı, bitmek üzere olan kitabına.

Çantasına elini uzatınca, gözleri açıldı şaşkınlıkla.
Duruyordu gözlerinin önünde bir paket kurabiye!
Çaresizlik içinde inledi, "Bunlar benim kurabiyelerimse eğer;
Ötekiler de onundu ve paylaştı benimle her bir kurabiyesini!"
Özür dilemek için çok geç kaldığını anladı üzüntüyle,
Kaba ve cüretkar olan,"kurabiye hırsızı"kendisiydi işte.

GÜL YAPRAĞI

Uzakdoğu'da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini
aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli
olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan
açıklayabilmekti. Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı
geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi.
Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden
kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu.
Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki budist,
kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan
sonra söz'süz konuşmaları başladı. Gelen yabancı,
tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.
Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar
suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı.
Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz
demekti. Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir
gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı.
Gül yaprağı suyun üsünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.
İçerideki budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak
yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir
gül yaprağına her zaman yer vardı.

BİR ÖYKÜ

Kaba saba, soluk, yıpranmış giysiler içindeki yaşlı çift, Boston treninden inip
utangaç bir tavırla rektör'ün bürosundan içeri girer girmez, sekreter masasından
fırlayarak önlerini kesti... Öyle ya, bunlar gibi ne idüğü belirsiz taşralıların
Harvard gibi üniversitede ne işleri olabilirdi?

Adam, yavaşça rektörü görmek istediklerini söyledi. İşte bu imkansızdı..
Rektörün o gün onlara ayıracak saniyesi yoktu..
Yaşlı kadın, çekingen bir tavırla; "Bekleriz" diye mırıldandı...
Nasıl olsa bir süre sonra sıkılıp gideceklerdi.. Sekreter sesini çıkarmadan
masasına döndü.. Saatler geçti, yaşlı çift pes etmedi.. Sonunda sekreter,
dayanamayarak yerinden kalktı. "Sadece birkaç dakika görüşseniz, yoksa
gidecekleri yok" diyerek rektörü iknaya çalıştı. Anlaşılan çare yoktu..

Genç rektör, isteksiz bir biçimde kapıyı açtı. Sekreterin anlattığı tablo içini
bulandırmıştı. Zaten taşralılardan, kaba saba köylülerden nefret ederdi.
Onun gibi bir adamın ofisine gelmeye cesaret etmek, olacak şey miydi bu?
Suratı asılmış, sinirleri gerilmişti.

Yaşlı kadın hemen söze başladı. Harvard'da okuyan oğullarını bir yıl önce
bir kazada kabetmişlerdi. Oğulları, burada öyle mutlu olmuştu ki, onun
anısına okul sınırları içinde bir yere, bir anıt dikmek istiyorlardı.

Rektör, bu dokunaklı öyküden duygulanmak yerine öfkelendi. "Madam"
dedi, sert bir sesle, "Biz Harvard'da okuyan ve sonra ölen herkes için
bir anıt dikecek olsak, burası mezarlığa döner..."

"Hayır, hayır" diyerek haykırdı yaşlı kadın.. "Anıt değil... Belki, Harvard'a
bir bina yaptırabiliriz". Rektör, yıpranmış giysilere nefret dolu bir nazar
fırlatarak, "Bina mı?" diyerek tekrarladı, "Siz bir binanın kaça mal olduğunu
biliyor musunuz? Sadece son yaptığımız bölüm yedi buçuk milyon dolardan
fazlasına çıktı..."

Tartışmayı noktaladığını düşünüyordu. Artık bu ihtiyar bunaklardan
kurtulabilirdi.. Yaşlı kadın, sessizce kocasına döndü: "Üniversite
inşaatına başlamak için gereken para bu muymuş? Peki, biz niçin
kendi üniversitemizi kurmuyoruz, o halde?"

Rektör'ün yüzü karmakarışıktı.. Yaşlı adam başıyla onayladı.
Bay ve bayan Leland Stanford dışarı çıktılar. Doğu California'ya,
Palo Alto'ya geldiler. Ve Harvard'ın artık umursamadığı oğulları için
onun adını ebediyyen yaşatacak üniversiteyi kurdular.

Amerika'nın en önemli üniversitelerinden birini STANFORD'u.

=========

Ayağınıza kadar gelip, sizinle görüşmek isteyen insanlara,
yaklaşmadan önce bir kez daha düşünmeniz dileğiyle...

11 Nisan 2008 Cuma

Bugün Bayram Sabahıdır
Güneş bir başka doğuyor,
Bugün bayram sabahıdır.
Gökten bulut yağıyor,
Bugün bayram sabahıdır.

El öpünce gül dudaklar,
Açılır dostça kucaklar,
Sevgiye doyar yürekler,
Bugün bayram sabahıdır.

Tatlı diller şekerleşir,
Mutluluk kalbe yerleşir,
Eller,gönüller birleşir,
Bugün bayram sabahıdır.
YAZAN:Bestami YAZGAN

Sevgi

,Ewan 22 yaşına o sene basmıştı, kendinden emin çok zeki ve çok çekici bir
genç adam olmanın asaletini taşıyordu. 10 gün sonra Kore'deki bir savaşa
katılmak üzere İngiltere'den ayrılacaktı, hiç birşeyden korkmuyordu ama
duygusallığı nedeniyle, ülkesinden ayrılma fikri zor geliyordu ona.

Ağır adımlarla büyük kütüphaneden içeriye girdi, bir kitap alıp oturdu ve
okumaya koyuldu. Gerçekten de çok güzel temalara değinmiş etkileyici bir
kitaptı elindeki, ama daha da güzel olanı kitabı daha önce başkasının da
okumuş ve bazı yerlere notlar almış olmasıydı. Okuyanın notlar aldığı
bölümler Ewan'i da derinden etkiliyor, notları okudukca sarsılıyordu. Kim
olabilirdi bu? Hemen kütüphane memuresine gitti ve daha önce kitabı okuyan
kişinin kim olduğunu öğrendi. Holly adında bir kadındı, adresini aldı ve eve
varır varmaz bir mektup yazdı: "Büyük Kütüphanede bir kitap okudum.
Eklediğiniz notlar karşısında hayranlık duyduğumu belirtmeliyim. 10 gün
sonra Kore'ye gidiyorum, sizi tanımak - mektuplaşmak istiyorum. Cevabınızı
sabırsızlıkla bekliyorum. "Holly'den olumlu cevap geldi ve mektuplar ardı
arkasına yazılmaya başlandı.

Her yeni mektupta birbirlerinden biraz daha etkileniyor, yüreklerini
birbirlerine biraz daha açıyorlardı. 2 sene bu şekilde geçip gitti. Ewan ve
Holly birbirlerine belki binlerce mektup yazmış, her mektuptan ayrı tatlar
almışlardı. Ewan'in ülkeye geri dönme zamanı gelmişti, son mektubunda
Holly'i görmek istediğini yazdi. "Ancak seni tanıyabilmem için bana bir
resmini gönder lütfen" diye ekledi. Holly buluşmayı kabul etti fakat resmi
göndermedi. "Resmin ne önemi var ki? Bizi ilgilendiren kalplerimiz değil mi?
Yakama kırmızı bir çiçek takacağım." dedi.

Günler birbirini kovaladı ve Ewan ülkeye döndü. Trenden indiği ilk anda
gözleri Holly'i aradı. Bir müddet bakındı, sonra kalabalığın arasından
şimdiye dek gördüğü en güzel kadın belirdi. Uzunboylu, çok güzel vücutlu,
uzun sarı saçlı, masmavi iri gözleri ve mavi elbisesiyle muhteşem bir
kadındı. Kadına doğru bir adım attı, ama yakasında hiç birşey yoktu. Kadın
gözlerine baktı ve "Merhaba denizci, benimle gelmek ister misin?" diye
sordu. Tam o sırada güzel kadının omuzunun üzerinden, yakasında kırmızı
çiçek olan kadını gördü. Kısa boylu, şişman sayılacak kiloda, gri kısa
saçlı, tozlu uzun pardisesü ve kalın bilekleriyle öylece duruyordu. Ewan
şaşkındı, az önce hayatında gördüğü en güzel kadından bir teklif almıştı
ancak karşısında da yüreğine aşık olduğu kadın duruyordu. Kendini toparladı
ve yanından geçen dünyalar güzeli kadına aldırmadan ilerledi. Elinde
Holly'le birbirlerini tanımalarını sağlayan kitap vardı. Elini uzattı,
"Merhaba Holly" dedi gözlerinin içi gülerek. "Pardon" dedi kadın."Ben Holly
değilim. Az önce buradan geçen sarı saçlı mavi elbiseli bayan yakama bu
çiçeği taktı ve bunun hayatının sınavı olduğunu söyledi. Sizi garın
çıkışındaki cafe'de bekliyormuş..."
Anonim

HERKES İÇİN BİRAZ MUTLULUK......!

JERRY, çevresindekilerin çok sevdiği insanlardan biriydi. Keyfi her zaman yerindeydi. Her zaman söyleyecek olumlu bir şey bulurdu. Hatta bazen etrafındakileri çıldırtırdı bile, "bu adam, bu halde nasıl iyimser olabiliyor." diye.
Birisi nasıl olduğunu sorsa "Bomba gibiyim" diye yanıt verirdi. Hep "Bomba gibiyim"
JERRY, bir doğal motivasyoncuydu... Yanında çalışanlardan biri , o gün kötü bir günündeyse, JERRY yanına koşar duruma nasıl olumlu bakılacağını anlatırdı. Bu tarzı fena halde düşündürüyordu beni... Bir gün JERRY' e gittim.
-"Anlayamıyorum" dedim. "Nasıl oluyor da, her zaman her koşulda bu kadar olumlu olabiliyorsun... Nasıl başarıyorsun bunu?..."
-Her sabah kalktığımda kendi kendime "JERRY bugün iki seçimin var. Havan ya iyi olacak ya da kötü derim ve havamın iyi olmasını seçerim. Kötü bir şey olduğunda yine iki seçimim vardır. Kurban olmak ya da ders almak. Ben başıma gelen kötü şeyden ders almayı tercih ederim. Birisi bana şikayete geldiğinde yine iki seçimim var... Şikayetini kabul etmek ya da ona hayatın olumlu yanlarını göstermek. Ben hayatın olumlu yanlarını seçerim."
-"Yok yahu" diye protesto ettim. "Bu kadar kolay yani"
-"Evet kolay" dedi JERRY... "Hayat seçimlerden ibarettir. Her durumda bir seçim vardır, sen her durumda nasıl davranacağını seçersin. Sen insanların senin tavrından nasıl etkileneceklerini seçersin. Sen havanın, tavrının iyi ya da kötü olmasını seçersin... Yani sen hayatı nasıl yaşayacağını seçersin!..."
JERRY'nin sözleri beni oldukça etkiledi. Onu uzun yıllar görmedim. Ama hayattaki talihsiz olaylara dövünmek yerine, seçim yapmayı tercih ettiğimde hep onu hatırladım.
Yıllar sonra JERRY'nin başına tatsız bir şey geldi. Soygun için gelen hırsızlar, paniğe kapılıp JERRY'i delik deşik etmişler. Ameliyatı 18 saat sürmüş, haftalarca yoğun bakımda kalmış. Taburcu edildiğinde , kurşunların bazıları hala vücudundaymış.
Ben onu olaydan 6 ay sonra gördüm.
-"Nasılsın" diye sorduğumda
-"Bomba gibiyim" dedi "Bomba gibi"
-"Olay sırasında neler hissettin JERRY" dedim.
-"Yerde yatarken, iki seçimim var diye düşündüm. Ya yaşamayı seçecektim ya da ölümü... Ben yaşamayı seçtim."
-"Korkmadın mı, şuurunu kaybetmedin mi?"
-"Ambulansla gelen sağlık görevlileri harika insanlardı. Bana hep iyileşeceksin merak etme" dediler. Ama acil servisin koridorlarında sedyemi hızla sürerlerken doktorların ve hemşirelerin yüzlerindeki ifadeyi görünce ilk defa korktum. Bu gözler bana "Bu adam ölmüş" diyordu. Bir şeyler yapmazsam, biraz sonra ölü bir adam olacaktım gerçekten..."
-"Ne yaptın?" diye merakla sordum...
-"Kocaman bir hemşire yanıma yaklaştı ve bağırarak herhangi bir şeye alerjim olup olmadığımı sordu... "Var" Doktorlar ve hemşireler merakla sustular... Derin bir nefes alarak kendimi topladım ve bağırdım: "Benim kurşunlara alerjim var.!..." Doktorlar ve hemşireler gülmeye başladılar... Tekrar bağırdım. Ben yaşamayı seçtim. Beni bir canlı gibi ameliyat edin, otopsi yapar gibi değil..."
JERRY, sadece doktorların büyük ustalıkları sayesinde değil, kendi olumlu tavrının büyük katkısıyla yaşadı. Yaşaması bana büyük bir ders oldu. Her gün, hayatımızı dolu dolu yaşamayı seçme şansımız ve hakkımız olduğunu ondan öğrendim ve her şeyin kendi seçimimize bağlı olduğunu...
Bu yazıyı okudunuz ... Şimdi iki seçiminiz var.
1. Unutup gitmek
2. Dostlarınıza göndermek...

GUL YAPRAGI

Uzakdoğu'da bir budist tapınağı, bilgeliğin gizlerini
aramak için gelenleri kabul ediyordu. Burada geçerli
olan incelik; anlatmak istediklerini konuşmadan
açıklayabilmekti. Bir gün tapınağın kapısına bir yabancı
geldi. Yabancı kapıda öylece durdu ve bekledi.
Burada sezgisel buluşmaya inanılıyordu, o yüzden
kapıda herhangi bir tokmak, çan veya zil yoktu.
Bir süre sonra kapı açıldı, içerdeki budist,
kapıda duran yabancıya baktı. Bir selamlaşmadan
sonra söz'süz konuşmaları başladı. Gelen yabancı,
tapınağa girmek ve burada kalmak istiyordu.
Budist bir süre kayboldu, sonra elinde ağzına kadar
suyla dolu bir kapla döndü ve bu kabı yabancıya uzattı.
Bu, yeni bir arayıcıyı kabul edemeyecek kadar doluyuz
demekti. Yabancı tapınağın bahçesine döndü, aldığı bir
gül yaprağını kabın içindeki suyun üstüne bıraktı.
Gül yaprağı suyun üsünde yüzüyordu ve su taşmamıştı.
İçerideki budist saygıyla eğildi ve kapıyı açarak
yabancıyı içeriye aldı. Suyu taşırmayan bir
gül yaprağına her zaman yer vardı...

Anonim
Deniz yıldızı

Bir zamanlar yazilarini yazmak üzere okyanus sahiline giden bir bilge kişi varmiş. Çalişmaya başlamadan önce sabahlari kumsalda yürüyüş yaparmiş. Bir gün ileride, uzaklarda, dans eder gibi hareketler yaparak kendisine doğru gelen bir insan silüeti fark etmiş. Başlayan günü dans ederek karşilayan biri olabileceğini düşünmüş. Ancak yaklaştikça silüetin bir genç adam olduğunu görmüş. Genç adam, birkaç adimda bir, yerden bir şeyler aliyor ve okyanusa firlatiyormuş. Sormuş ona bilge kişi:"Günaydin delikanli. Hayrola, ne yapiyorsun böyle?

"Genç adam cevap vermiş: "Okyanusa deniz yildizi atiyorum."
"Sanirim şöyle sormaliydim" demiş bilge kişi; "Neden okyanusa deniz yıldizi atiyorsun?"
"Görmüyor musunuz, güneş yükseliyor ve sular çekiliyor. Onlari suya atmazsan ölecekler."
"Ama delikanli, baksana, kilometrelerce kumsal var ve baştan aşaği deniz yıldiziyla dolu. Sen bir kaç tane atmişsin ne fark eder ki?"

Genç adam kibarca dinledikten sonra eğilerek bir deniz yıldizi daha almiş, dalgalanan okyanusa doğru firlatmiş ve; "Bakin" demiş bilge kişiye, "Bunun için çok şey fark etti."

Bilge kişi genç adamin cevabindan pek bir şey anlamamiş. Yazisinin başina geçmek üzere kulübesine dönmüş. Gün boyunca bir şeyler yazmaya çalişirken genç adamin yaptiği bir türlü gözünün önünden gitmemiş. Koca bilim adami, o yazar, o büyük şair, o bilge kişi, gencin davranişinin özünü kavrayamamiş. Geceyi de sikintili, yari uyanik, ayni şeyleri düşünerek geçirmiş. Gözüne uyku girmeyeceğini anlayip sabaha karşi daha gün ağarmadan kalktiğinda gencin yaptiğini bir anda kavrayivermiş ve bunu anlamakta geciktiğinden dolayi da mahcubiyet hissetmiş. Güneş görünmeye başlar başlamaz sahile inmiş ve genci bularak bütün sabahi onunla okyanusa deniz yildizi atarak geçirmiş.

Evrende bir seyirci olmayi ve olup biteni izlemeyi değil, bir oyuncu olmayi ve fark yaratmayi seçmek ve bunun için küçük de olsa, tüm sorunlari halletmese de aktif olarak bir şeyler yapmak! işte felsefe bu. Felsefeniz olsun ve ona göre yapin, bir şeyler yapin, fark e

Paert'ten ÖYKÜLER

ASKA DAIR

Masmavi,bugulu bir gokyuzu,koyu yesille kucaklasmis.Alabildigine genis bir caddenin kosesinde gec isaretinin yanmasini bekliyorum.Iki, uc katli evler ve agaclar adeta sarmas dolas,icice...Insanlar her renkten ve irktan. Hepsi yabanci fakat, tanidik geliyor nedense Insanlar ve tasitlar zaman gibi akip,yolun sonunda kaybolup gidiyorlar.Ne kadar da gecen gunlerimize benziyorlar.Cabuk ve acimasizca,geri donmemecesine gecip giden gunlerimize, omrumuze... Sakin dis gorunusumun altinda beynimde firtinalar kopuyor,kalbim yerinden firlayacakmis gibi carpiyor. Aklim ve fikrim seninle sevgilim.Seni dusunuyorum,seni ariyorum.Yoksun...Ya da hep benimlesin.Uzaklardan bana gulumsuyorsun ve sanki Umit Yasar`in dizeleriyle sesleniyorsun: `Ne durdurur ozleyeni, seveni Bakarsin ansizin gelebilirim Bu kadar yurekten cagirma beni` Gel sevdigim,askim,canim...Seni cok ozledim.Benimle,yanim da ol...Kalan zamani seninle yasamak istiyorum.Bu defa Iste isik yandi,bana yuru diyor.Dimdik yuruyor ve karsiya geciyorum.O da ne?Orada beni bekliyorsun. Sevincten bir kus gibi oluyorum adeta.Elele tutusuyoruz.gencligimi yeniden seninle yasiyorum.Ben 17 yasinda bir `kuzu`,sense 28 yasinda...Gozlerim duygularimin dili...Senin de oyle.Bakisiyor ve anlasiyoruz.Konusmaya gerek yok... yasanmamislari yasamak istiyorum...Seni yurekten cagiriyorum. Sairin dedigi gibi... tanimak arzusu ile yaniyorum.Seninle sevincleri yasamak istiyorum.Ve kederi de...Acilari birlikte yasayip olgunlasmak istiyorum.Seninle olmak istiyorum.Sen Tanri`nin sundugu armagansin bana.Boyle dusunuyorum. Bu bogucu sicak gunun sonunda,gunes yavas yavas ufka yaklasirken,serin bir ruzgar yuzumuzu oksuyor adeta.Gozlerim kapali dinliyorum dogayi...Hissediyorum...Ohhh...Ne guzel ruzgarin opusu.Ferahlik veriyor insana. Ayni anda kalkiyoruz.Kumsala yuruyoruz.Ayakkabilarimiz ellerimizde.Sicak kumlar kucakliyor ayaklarimizi.Denize dogru yuruyoruz.Dalgalar beyaz kopuklu.Dalgalar hircin.Ayakkabilarimizi kiyida kumlara birakiyoruz.Ben eteklerimi topluyorum,sen pacalarini siviyorsun.Elele dalgalara dogru yuruyoruz.Iste bir tane geliyor,geliyor ve geldi.Sular ayaklarimizi sonra bacaklarimizi yaliyor.Dizlerimize kadar...Eteklerimi biraz daha topluyorum,islanmasinlar diye.Dizlerimin ustune cikiyor.Gozgoze geliyor ve ayni anda gulumsuyoruz.Ruhlarimiz kaynasmis.Dolu dolu yasiyoruz bu aniDenizde daha ileriye gidiyoruz. `Atlas Oyanusu`ndayim diye dusunuyorum.Deniz bizimle,biz denizle oynasiyoruz dakikalarca...Hava karardi.Artik cikmaliyiz.Sana donuyorum.Yoksun can...Ellerim bombos simdi... Icim bir hos oluyor.Terkedilmislik duygusu benimle..Huzunleniyorum.Bu deniz kadar,bu kumsal kadar yalnizim simdi.Sen var miydin,yok muydun?Seni,benim hayalgucum mu yaratti?Yasadiklarim yalan miydi? Hava kararmis.Birdenbire benim de dunyam karardi.seni kaybettim sevgilim.Okyanus seni benden aldi.Seni burada birakip donmeli miim?Sen yasarken ben olmeli miyim/Damarlarimi tutusturan bu aski unutup gercege donmelimiyim/Gercekler ne kadar aci olsa da... paert 28/07/99

YALNIZLIĞA DAİR

1. ÖYKÜ



“YALNIZLIK YAŞANIR, PAYLAŞILMAZ”



Akşamın solgun ışıkları şehrin üstüne perde perde inerken (ki buna şehirden ziyade metropol demek gerekir) genç adam dalgın gözlerle pencereden uzaklara doğru baktı. Bu serin sonbahar akşamında doğanın davetkar bir havası vardı İşten yeni gelmişti. İçinden bir ses:

--- Haydi oğlum Suat. Yemeğini ve olta takımını al,şöyle uzan deniz kıyısına...Güneşin batışını, o altın ışıkların sudaki aksini seyrederken balıkta tutarsın. İyot kokan o mis gibi havayı ciğerlerine çekersin.

Açık pencereye doğru derin bir nefes aldı. Küçük bir bekar eviydi onun ki...Bu evde yalnız yaşıyordu. Temizliği ve düzeni severdi. Her şey yerli yerindeydi. Hemen mutfağa geçti. Hazırlığını yapmaya başladı. Süratli hareketlerle buzdolabını açtı . Birkaç parça yiyecek ve içecek aldı. Ekmeklikten ekmek aldı. Hepsini bir poşete koydu.

---- İşte nevale hazır . Olta takımımı ve montumu da aldım mı tamam.

Kapıyı çekti ve kilitledi. Merdivenlerden iniyordu ki ev sahibi Melek hanıma rastladı. Melek hanım ağrıyan dizlerine eliyle destek vererek yukarı çıkıyordu:

--- Merhaba oğlum!...

--- Merhaba efendim.

Melek hanım olta takımına yan yan bakarak devam etti:

--- Nereye böyle?

--- Biraz dışarı çıkıyorum da...

--- Bu saatte mi evladım?Akşam akşam...

Melek hanım kafasını iki yana sallayarak uzaklaştı..

Genç adam cevap vermedi. Kaşları çatılmıştı gayriihtiyari...Günün en sevdiği saatleriydi akşam saatleri. Bu saatlerde insanlar evlerine dönerler Adeta her yer bomboş kalırdı. Bu saatler yalnızlar için,yalnızlığı yaşayanlar içindi... Aklına ev sahibi geldi. Biraz keyfi kaçmıştı. İnsanlar diye düşündü. Neden başkasının yaşantısına karışırlar. Ben kimseyle ilgileniyor muyum ?

Arabasına atladı. Yer yer ışıkları yanmaya başlayan şehirden hızla uzaklaştı. Arabanın açık penceresinden giren rüzgar saçlarını geriye doğru savururken bütün dikkatini yola verdi. Rüzgar ağaçların dal ve yaprakları arasında koşuşturuyor. Onları sağa sola eğiyordu. Dal ve yaprakların hışırtıları kulağına tatlı bir melodi gibi geliyordu. Doğanın başarılı bir bestesi diye düşündü. Canlı ve cansız varlıklar arasında ne güzel bir uyum var dedi kendi kendine... Doğayı seviyordu. Doğada ihtişam, güç, teslimiyet, sessizlik ve özgürlük vardı.

Martıların, denizin arsız kuşlarının dans eder gibi konup kalktığı, o her zaman ki deniz kıyısına gelince arabasını park etti. İndi. Yiyecek paketini ve olta takımını aldı. O bembeyaz deniz kuşlarının çoğunlukta olduğu tarafa:

--- Balık orada bol mu? Diye sordu gülerek...

Deniz kıyısındaki taşlara oturdu, Ayaklarını sarkıttı. Olta takımını açtı. Çaparinin iğnelerine tüyleri sabırla taktı... Oltasını denize attı :

--- Rastgele! Haydi rastgele, dedi keyifle.

Derin bir nefes alarak havanın temiz kokusunu içine çekti. Ufuklara doğru baktı. Güneş batmak üzere idi. Kırmızının her tonu, sarı ve turuncu, rengarenk bir grup... Hangi büyük ressamın fırçasından çıkmış bu tablo... Güneşin denize düşen ışıkları nasılda güzel parlıyor. Uzaklarda bir kotra bu renk cümbüşünün ortasında ağır ağır uzaklaşıyor. Suat denize doğru:

--- Ne kadar mutluyum. Özgürlük bu işte, diye haykırdı.

Balıklar birer birer oltaya geliyordu. Balık tutmaktan da ayrı bir zevk alırdı. Bir müddet sonra getirdiği yiyecekleri açtı ve yemeğe başladı. Birden yanı başında bir ses duydu. Sevimli bir çocuk:

--- Amca oltanla balık tutabilir miyim? Diye soruyordu.



Suat olumsuz anlamda başını salladı. Çocuk tekrar sordu:

--- Amca, senin çocuğun var mı?

Suat yine başını iki tarafa doğru salladı. Babası çocuğunu çağırıyordu. Çocuk seke seke babasının yanına döndü. Elini tuttu ve gülerek babasına bir şeyler anlatmaya başladı. Adamda gülerek dinliyordu. Dönüş yolunda hep çocuğu ve sorusunu düşündü. “ Amca, senin çocuğun var mı?”

Evinin kapısını açıp içeri girdiğinde o hala düşünüyordu. Eşikte bir an durup etrafına baktı. Evinin dingin sessizliği, o cansız nesnelerin yerli yerinde duruşları, nedense bu gece onu rahatsız etmişti. Kapıyı arkasından kaparken “O çok sevdiği, O’nun olan dünyasına” girdi.



18.09.1999

Paert

Avcılar-İST



YALNIZLIĞA DAİR

2.ÖYKÜ



”BİLMEZLER YALNIZ YAŞAMAYANLAR,NASIL KORKU VERİR SESSİZLİK İNSANA,İNSAN NASIL KONUŞUR KENDİSİYLE”



Şermin, yine akşam oldu diye düşündü. Yine akşam oldu. Otuz beş yaşında olukça güzel bir kadındı. Sarışın ,mavi gözlü,orta boylu. Eskilerin “balık etinde” dediği tiplerdendi. Ama her gün evdeki basküle çıkıp iniyordu. “Ay!...Bugün yarım kilo fazla gösteriyor. “ Başka bir gün ”Oh!... Yedi yüz gram zayıflamışım.” On katlı bir apartmanın otuzuncu dairesinde oturuyordu. Yalnız başına... Hani o kimsenin kimseyi tanımadığı apartmanlardan biri... Asansörde bazen selamlaşırdı komşularla...Fazla arkadaşı da yoktu iş yerinde. Çok yoğun bir çalışma olduğu için kimseyle samimiyet kuramamıştı. Yapısında da yoktu sanırım. İlk adımı daima karşı taraftan beklerdi her zaman...

Hiç evlenmemişti. Kısmeti çıkmadı mı? Çok... Ama bazılarını o beğenmemişti. Bazılarını da ailesi istememişti. “Üzümün çöpü armudun sapı var,”örneği...Anlayacağınız evde kalmış bir kızdı o...Peh,peh,peh dedi içinden...Geçmiş zamana ve geçip giden gençliğine hayıflanıyordu. En iyi arkadaşım yalnızlık oldu yıllardır diye düşündü. Ahh!... Yalnızlık...Artık taşınması zor bir elbise gibiydi omuzlarında. Allah’ım!...Bıktım artık yalnız yaşamaktan...İçinde bir sızı hissetti. Usulca başını eğdi,tırnaklarına baktı. Hımm...

--- Ojemin rengini değiştirsem mi?

--- Tırnaklarımı da törpülemem gerek...

Sinirli bir şekilde ellerini saçlarının arasından geçirdi. Acı acı gülümsedi. Ne için,kim için? diye düşündü. Elimi tutan bir el olsaydı,gözüme bakan bir göz olsaydı. Beni benden başka düşünen biri olsaydı... Ne olurdu tanrım...Gözleri bulutlandı birden:

--- Tren çoktan kaçtı ve ben arkasından bakakaldım...

Masasındaki eşyalarını topladı. Mesai saati bitmişti. Bürodan dışarı çıktı. Büyük şehrin kalabalığında buldu kendini... O da insan selinin arasına karıştı. Çarşıya uğraması gerekiyordu. İş yerinin hemen yakınındaydı çarşı. Yürüdü gitti çarşıya. İşte çeşit çeşit dükkanlar... Sokağın iki yanına sıra sıra dizilmişler ..Marketler, kasaplar,şarküteriler,

parfümeriler,bijuteri,çeyiz ve giysi satan mağazalar...Vitrinleri seyrederek ve vitrinlerde kendini seyrederek yürüdü ,gitti. Gelinlikçi dükkanının önünde durakladı. Yeni gelen modeli hayran hayran seyretmeye başladı. Rüya gibi bir gelinlikti bu...Üstü gipür dantel. Oldukça açık,kolsuz. Belden, çok güzel bir bollukla yere kadar iniyordu. Etekte yer yer çiçekler vardı. Alıcı gözüyle baktı. Hafifçe içini çekti. Ne kadarda isterdi gelin olmayı...Hangi kızın hayali değildir gelin olmak...İstemekle olmuyor diye düşündü. Maalesef bir adayda yoktu görünürlerde...

Çantasından ihtiyaç listesini çıkardı. Hiç de acele etmeden markete doğru yürüdü.. İçeri girdi. Ağır ağır alışverişini tamamladı. Dışarı çıktı. Elektrikler yanmıştı. Otobüs durağına doğru ilerledi. Bacağında hafif bir darbe hissetti. Korkuyla sıçradı. Neredeyse düşüyordu. Baktı minik bir kedi...Yüzüne bakarak “miyav!” diyor. Gözlerini bir kapayıp bir açıyor. Kediye doğru eğildi:

--- Canım...Aç mısın sen? Yoksa benim gibi yalnız mısın?

--- Gel bakayım...

Poşetteki ekmekten bir miktar böldü. Küçük küçük doğrayıp kedi yavrusunun önüne koydu.

Yavrunun çabuk çabuk yiyişini seyretti. Yürüdü durağa doğru...Otobüsü beklemek için durdu.

Gözleri otobüsün geleceği yönde dalmış gitmişti yine...Yumuşacık bir dokunuş hissetti bu defa bacağında...Yavru kedi peşinden gelmiş,kuyruğunu bir sağdan bir soldan sürtüyor,sanki teşekkür ediyordu ona. Hafifçe gülümsedi. Bir şarkı sözü geldi aklına”Bir kedim bile yok, anlıyor musun?Hadi gülümse”

---Kedicik ,seni alıp götüremem,burada kalmalısın canım...

Otobüs geldi. Yavru kediye son defa bakıp bindi. Oturacak yer vardı neyse...Camdan,şimdi tıklım tıklım ama bir müddet sonra boşalacak caddelere dalgın gözlerle bakarak yolculuğunu tamamladı.

Evinin kapısını anahtarla açtı. Aldıklarını mutfak masasına bıraktı. Doğru banyoya gitti. Banyoda aynaya iliştirilmiş bir not vardı. Orhan Veli’nin dizeleriydi bunlar...Kendi yazıp koymuştu. Eline sabunu aldı. Gözleri kağıda ilişti. Artık ezbere bildiği dizeleri ,ayna da kendi gözlerine bakarak yüksek sesle okudu:

--- “Bilmezler yalnız yaşamayanlar

Nasıl korku verir sessizlik insana

İnsan nasıl konuşur kendisiyle

Nasıl koşar aynalara

Bir cana hasret bilmezler.”

Elini yüzünü yıkadı. O bembeyaz havluya kuruladı. Mahzun mahzun salona geçti. Televizyonu açtı... Müzik setini de açtı... Bütün ev seslerle doldu ...Mutfağa geçti.... Kolonlardan tatlı nağmeler dökülürken o, tek arkadaşı yalnızlığı içinde yemek hazırlamaya başladı...

Paert 18.10.199

YALNIZLIĞA DAİR

3. ÖYKÜ

" BİR SES BANA 'GEL' DESE ,BEN O SESİ İŞİTSEM

KİMSECİKLER DUYMADAN,BİR KAPI AÇIP GİTSEM "



Kadın elleri arkasında,duvara dayanmış dalgın gözlerle evinin penceresinden dışarıya bakıyordu. Akşamın alaca karanlığı ortalığa çökmüştü. Ne düşünüyordu?..

Onu adeta bulunduğu yerde donmuş gibi bırakan neydi?..

Yaşına göre güzel ve alımlı bir kadındı. Uzun boylu,kısa saçlı,kumral,ela gözlü... İki yanağında iki gamze...Vücudu hala bozulmamış,güzelliğini koruyordu...Kilosu normaldi. Bunu her zaman yaptığı spora ve uyguladığı diyete borçluydu. Çok şık giyinir,pahalı parfümler kullanırdı. Aksesuara da meraklıydı doğrusu...Tutkusu altın ve inci...

Saygın kişilikli,mesleğinde başarılı,sıcak bir yuvası ve ailesi olan

bir insandı. Eşi,dostu,arkadaşı çoktu. Sık sık aranır ve dost meclislerinde bulunurdu. Onunla olmaktan mutlu olurlardı insanlar. Kültür birikimi,kariyeri,güzel konuşması ile seçkin biriydi. Çok okurdu. Kendini iyi yetiştirmişti. Ellili yaşlarındaydı. Yani artık ömrünün sonbaharında...Gülümsedi...Biraz burukluk vardı bu gülümseyişte...

Dost meclislerinde konuşur ,tartışmalara katılır,düşüncelerini söylerdi.

Bazen karşısındakilerin ona hayran hayran bakışlarına bakıp düşünürdü..."Acaba

beni ne kadar anlıyorlar?Tam olarak anladıklarını sanmıyordu. Ne demişler..."Ne kadar bilirsen bil,söylediklerin karşındakinin anlayabileceği kadardır."

Çevresindekilerin onu anlamadıklarını birçok ortamda, ömrü boyunca sık sık görmüştü. İçinde bir " yalnızlık duvarı " örülmüştü zamanla...Çok görmüştü ailesiyle ve arkadaşlarıyla aynı telden çalmadıklarını...Kaderi buydu her halde...Su gibi akıp geçen zamanla ömrünün de su gibi akıp gittiğini düşündü...Bekliyordu hep. Neyi,kimi?..Onu anlayacak,içindeki yalnızlığı paylaşacak birini...

Çalışma odasına geçti. Burası ona ait bir dünyaydı...Çok amaçlı kullanılan bir masa. Döner koltuk. Zengin bir kitaplık. Duvarlarda ünlü düşünür ve filozoflardan güzel sözler,resimler...Köşede bir sallanan koltuk,kamıştan... Yanında da bir abajur. Kitaplığa itina ile yerleştirilmiş bir müzik seti. Yerde "Selçuklu motifli" bir halı...Bu köşe zaman zaman onun kaçış yeriydi. Müzik setine bir CD koyar(çoğunlukla bu klasik batı müziği olurdu) ışıkları söndürüp abajuru yakar ...Loş ışıkta sallanan koltuğuna oturur ve müzik

eşliğinde kendini dinlerdi. Bazen gözlerini yumar,kulaklarında müziğin tatlı nağmeleri hafif hafif sallanırdı.

Çalışma masasının başına geçti,oturdu. Bir dosya kağıdı çıkardı. Mektup yazacaktı. Eşime,oğullarıma ve dostlarıma diye mi yazsam? diye düşündü. Hayır..."Aranan ve özlenen dosta" diye yazacaktı. Sonra gizli çekmecesine koyacaktı mektubu diğerlerinin yanına. Kalemi eline aldı ve yazmaya başladı...

"Sevdiğim,canım benim

Bugün yine özleminle doluyum. Gel artık bitsin bu özlem...Benim ol. Ya da ben senin olayım. Ruhuma ateş dolsun .Yaksın kavursun beni...

Sevginle şımart beni. Şımartılmak istiyorum. Çok sev beni. Güzel sözler söyle bana sevgiden ,aşktan yana...Hiç bıkmadan söyle....Kimse beni,benim istediğim gibi sevmedi,sevemedi çünkü...

Biliyor musun çok yalnızım çok. Beni anlayacak candan bir dost arıyorum...

Gel dostum ol, anla beni. Sayfa sayfa aç,tanı beni...Gizlerimi bul...Onları açığa çıkar. İkimiz bir "ben" olalım. Beni ,bana anlat...Yaşamı tümüyle bu kadar severken bendeki bu yılgınlık niye? Her şeyden bıkmam,vazgeçmem niye?...

Duygusallığımı gör orada ve beni anla...Duygular tutkuları öne çıkarıyor zaman zaman...Duygular kimi zaman görmez ediyor gözlerimizi. Gerçeklere perde çekiyoruz. Ama onlar varlar ve oradalar...Hemen yakınımızda. Gerçekler ve duygular...Neden ben de ön planda duygular? Yalnızlığımın nedeni "duygusal zekamın" daha fazla gelişmiş olması mı?

Ruhum ve beynim aç...Gel doyur beni...Ruhuma gir,beynime gir. Anlat bana...Sevgiyi ve aşkı anlat...Güzellikleri anlat. Doğruları anlat.

Yaşamı sözlerle ,düşüncelerle paylaş benimle...Yaşamın akışını paylaş benimle...

Günlük olayları,memleket meselelerini,dünyadaki diğer ilginç olayları konuş

benimle. Tartışalım. Düşünce birliğine ulaşalım. İnsanlık için ,çevre için ,gelecek için aynı kaygıları duyalım

İnsanlık onurunu konuşalım seninle...Ezilenleri ve ezenleri. Doğru söylediği, topluma mal olduğu için söndürülen yaşamları...Anasız babasız bırakılan çocukları ve onların yıkılan yaşamlarını. Doğruları...Bunları konuşurken hoşgörülü olmalıyız. Birbirimizin düşüncelerine saygılı. Ses tonumuzu yükseltmeden konuşmalıyız.

Geçmişe bakmamak gerektiğini,çünkü yaşanacakların yaşanmışlardan daha önemli olduğunu söyle bana...Söyle ama; geçmişte insanların daha saygılı,daha değer yargılarına bağlı,daha az bencil olduğunu ve o zaman toplumdaki insanların daha

Mutlu olduklarını vurgulayalım seninle birlikte...

Edebiyattan konuşalım.,şiirden konuşalım seninle. Şiir dikli evrenseldir biliyorsun Nazım Hikmet'i de ,Necip Fazıl'ı da birlikte anlayarak,beğeniyle değerlendirelim. Şiirler oku bana ve ben de beğendiğim şiirleri okuyayım sana...

Sinemadan,tiyatrodan konuşalım. Son filmleri eleştirelim birlikte...Yeni çıkan kitapları...Şimdi moda olan "Geliştiren Kitaplar’ı",romanları...Bana kitap armağan etmelisin parfüm yerine. Ben de bir tıraş losyonu alacağıma bir kitap seçip almalıyım senin için...

Geleceğe umutla bakmayı öğret bana. İnsan yaşantısına giren yenilikleri öğret

bana,yararlarını, kullanılmasıni...

Tatillerde birlikte gezmeye çıkmalıyız seninle...Yurdumu tanımalıyım. Kültürümüzü yakından görmeliyim gittiğimiz yerlerde. İki turist gibi resimler çekmeliyiz. El ele "tarih" içinde dolaşmalıyız tarihi harabelerde...Oturup oralarda geçmişleri,yaşananları birlikte hayal etmeliyiz sessizliği dinlerken... Gezilerden yorgun argın döndüğümüzde bir kır kahvesinde karşılıklı oturmalıyız. Sıcak çayımızı yudumlarken gözlerimiz birbirinin içinde temiz havayı içimize çekmeliyiz. Aynı anda "Var olmanın dayanılmaz hafifliği'ni" duymalıyız.

Ben resim yapmayı da severim. Seninle deniz kıyısında ,bir parkta ne bileyim bir ormanda veya bir dağda peyzaj çalışmalıyız mesela...Renk armonileri oluşturmalıyız. Ya da güneşin güzelliğini,örneğin batarken aldığı o mükemmel renkleri tuvalimize yansıtmalıyız.

Akşamın alaca karanlığı çöktüğü zaman ,salonda sallanan koltuğuma oturmalıyım. Müzik setinde hafif müzik veya Vivaldi'nin "the four seasons"ı çalmalı ,ya da Pavorotti'nin aryalarını dinlemeliyiz gözlerimiz kapalı...

Bunları dinlediğimiz kadar öz müziğimizi de dinlemeliyiz,sevmeliyiz. O,bizim insanlarımızı anlatan harika türkülerimizi. Ya da biraz daha "saraylı" olan fasılları,peşrevleri,klasik Türk Sanat Müziği eserlerini...

Aynı futbol takımını tutmasakta hoşgörüyle bakmalıyız tuttuğumuz takımlara..

Onları eleştirmeli,kendi takımımızın başarısıyla çocuklar gibi sevinmeli,

Birazda nispet yapmalıyız birbirimize. Söylediklerimize,iddialarımıza kahkahayla gülmeliyiz sonra...Biliyor musun gülmek insanı güzelleştirir...

Mesleklerimizle ilgili sorunları ve de başarılarımızı da paylaşmalıyız seninle. Öneriler getirmeliyiz birbirimize... Getirilen önerileri sabırla dinle-

meli ve faydalanabileceklerimizi seçmeliyiz içinden... Yoksa hep benim söylediklerim ve bildiklerim doğru dememeliyiz.

Ah,canım!... Çok şey mi istiyor,çok şey mi bekliyorum. Sen de benim gibi düşü

nüyorsan,ya da aynı şeyleri istiyorsan seslen "gel" de. Sesini duymalıyım. Başka

kimse duymasın o sesi...Sesin,gel yalnızlığımızı paylaşalım desin. Ben,ben o sesi duyunca bir kapı açıp gitmeliyim sana. Gerçek dosta...

Elveda derken,merhaba diyerek...

Ayten





Kadın yazdığı mektubu katladı,zarfa koydu. Masanın küçük çekmecesine kilitledi. Kalktı. Müzik setini ve abajurun ışığını açtı. Elektriği kapattı. Sallanan koltuğuna oturdu. Gözlerini yumdu. Yavaş yavaş sallanırken kulaklarında Mario Lanza'nın billur sesi "O Sole Mio" albümünden parçalar okuyordu.



paert

30.10.1999


BİR YAZ GÜNÜ

Güzel bir yaz günüydü. Açık penceresinden giren güneşin sıcaklığını yüzünde hisseden Doktor Sedat gözlerini açtı ve bir an pencereden dışarı baktı. Masmavi bir gökyüzü ve pırıl pırıl bir güneş... Aylardan ağustos,mevsimlerden yaz. Ah, canım ya !... Şöyle bir gerindi. Bu mevsimi çok seviyorum diye düşündü. Bugün Sağlık Ocağı’nda nöbeti yok. Denize gitmeyi düşünüyor. Bir an önce kendini dalgaların kucağına bırakmayı ve suyun vücuduna temasını duymak istiyor.

Burası batı Karadeniz’de bir sahil kasabası Küçük bir yer. Mezuniyetten sonra arkadaşları çektiği kurayı kıskanmışlardı. Kıskandıkları kadar var. Gerçekten güzel bir yer burası...Ağaçların yeşili,denizin mavisiyle iç içe. İki üç katlı evlerin kırmızı kiremitleri sanki bir tablodan çıkmış gibi...

Burasını seviyorum, diye düşündü. Ah,bir de yalnızlık olmasa... Hemen hemen iki yıldır burada. Halkı tanıdı. İyi insanlar. Onlar da beni tanıdılar. Doktor bey diyorlar ağızlarından bir Doktor bey daha çıkıyor. Gülümsüyor. İnsanlarla iletişimi iyi.İnsanları seviyor.

Saat 9.00’da piknik sepetini hazırlayıp arabasına bindi. Doğru sahile...Orada çok iyi bildiği bir yer var

Denize oradan girmeyi planlıyor.. Herkesin uğradığı bir yer değil burası. Issız bir sahil. Arabayla on beş yirmi dakika ve kasabanın dışında...

Nihayet geldi. Arabasını park etti. Sahile varması için erik ve incir ağaçlarıyla dolu bir bölgeden geçmesi gerekiyor. Yürüdü,yürüdü ve nihayet kumsal göründü. Piknik sepetini bir ağaç altına bıraktı. Soyundu. Mayosu içinde. Sahilde kimsecikler yok. Denize doğru koştu,koştu. Kollarını uzatarak balıklama sulara attı kendini. Ohh... Bu sıcakta buz gibi sular ne güzel...Bir kere daldı çıktı ve ileriye doğru yüzmeye başladı. Güneş ,deniz, doğa ve ben diye düşündü Doktor Sedat. Yorulana kadar yüzdü. Sahile çıkıp kızgın kumların üzerine uzandı. Güneş kızgın ışıklarıyla onu da yakmaya başlamıştı az sonra. Uzun süre etrafını kuşatan bu sıcak maviye baktı. Yavaşça gözlerini yumdu,hayallere daldı. Ne kadar zaman geçti,anımsıyamıyordu. Birden bir ses duydu:

--- İmdat! İmdat!

Ani bir refleksle yerinden doğruldu. Etrafına baktı. Görünürde kimseler yoktu. Az sonra aynı sesi yeniden duydu:

--- İmdat,imdat ! Kurtarın beni !.. Boğuluyorum.

Ayağa fırladı. Denize doğru baktı. İlerde batıp çıkan bir cisim gördü. Bir el dışarı çıkıp suya giriyordu. Düşünmeden koştu. Yüzdü,yüzdü demin elin girip çıktığı yere geldi. Koyu mavinin içine daldı. Dipte biri yatıyordu. Genç bir kızdı bu. Saçlarından tutup su yüzüne çıkardı. Kıyıya kadar yüzerek götürdü. Kızı kucağına aldı. Ne kadar da hafifti bu kız. Kalın gövdeli bir ağaç gölgesinin altına taşıdı kızı. Sırtüstü yatırdı ve boynunun altını yükseltti. “haydi doktor dedi kendi kendine ,iş başına !..“

Suni solunum yaptırması gerekiyor bir de kalp masajı. Uzun süre uğraştı. Neyse nihayet kızın gözleri açıldı. Şaşkın şaşkın etrafına bakan bir çift ela göz. Aman Allah’ım! Ne güzel gözler bunlar .Yeniden dünyaya döndüler:

---Neredeyim ben? Ne oldu bana?

--- Korkmayın,şimdi iyisiniz. Ben doktorum.

--- Ah ! Evet... Yüzüyordum... Ayağıma kramp girdi galiba...Kendimi kurtaramadım.

--- Ben sizi denizden kurtardım. Şimdi iyisiniz.

Kız öyle bir bakıyor ki Doktor’un gözlerine Bu bakışlarda neler var neler... Gözlerini gözlerinden ayırmadan doktorun elini alıp dudaklarına götürüyor. Öpüyor:

--- Teşekkür ederim Doktor. Size minnettarım...

--- Ne demek. Görevimi yaptım. Şimdi lütfen sizi hastahaneye götürmeme izin verin.

--- Pekala Doktor. Lütfen beni bırakmayın!...

Bu ses,bu sözler tuhaf duygular uyandırıyor Doktor Sedat’ın içinde Bunlar onun için yeni şeyler. Eşyalarını topluyor. İçemediği birasına gözü takılıyor. Gülümsüyor. Arabasını çalıştırıyor ve kıza soruyor:

--- Adınız nedir sizin?

--- Berna.

--- Berna, buralı mısınız?

--- Hayır... Ben burada öğretmenim.

Hım,güzel. TRT 3’ü açıyor. Harika bir müzik yayılıyor arabanın içine. Bir Fransız şansonu. Edith Piaf söylüyor. Berna gözlerini kapatmış dinliyor. Dudaklarında minicik bir tebessüm...

Doktor Sedat,dikiz aynasından Berna’yı seyrediyor. Hiç tanımadığı duygularla dolu..

Bu duygular kendine de yabancı...Bu kızı korumak istiyor. Onunla beraber olmak,ona sarılmak,öpmek... “Yıldırım aşkı” dedikleri duygu bu mu ne? Şimdiye kadar hiç yaşamadığı duygular bunlar...

Kızı hastahaneye götürüyor,yatırıyor. Orada doktor arkadaşlarıyla konuşuyor,ilgilenmeleri için... Berna ‘nın yanına uğruyor vedalaşmaya...Kız onu yüzünde tatlı bir tebessümle karşılıyor:

--- Hayatımı size borçluyum Doktor Adınızı öğrenebilir miyim?

--- Adım Sedat ,Berna. Şimdi gitmem lazım. Seninle vedalaşmaya geldim.

--- Yanıma gelin Doktor.

Doktor Sedat’ın ellerini tutup,kendine doğru çekiyor ve yanağına bir öpücük konduruyor:

--- Teşekkür ederim Doktor. Lütfen yine gelin...

Ayrılıyorlar. Doktor Sedat’ın gönlüne bir ateş düştü bugün. Berna... Berna,yaramaz kız, diye düşünüyor. Seni seviyorum diye mırıldanıyor. Aşık oldum galiba sana...

Paert



DEPREM



Gece yarısı onu uykusundan uyandıran neydi. Birden, bir sallantının ortasında bulmuştu kendini. “Ne oluyoruz” diye düşündü. Ne oluyordu... Bir yandan uyku sersemliğini üstünden atmaya çalışıyor,bir yandan da hızlı bir şekilde düşünüyordu.”Oğlum,eşim!..Hemen aşağıya inmeliyiz. Üstüm başım...” Salonda uyumuştu. Hızla yatak odalarına yöneldi. Hem yürüyor,hem de oğluna ve eşine sesleniyordu.

--- Serkan , Ahmet!..

Yer sanki ayağının altından kayıyordu. Kalbide bedeninden aynı şekilde fırlayacakmış gibi atıyordu. Derinden derine bir çatırtı sesi duyuldu. Sanki yerin altı inliyordu. Uğultu ve sallantı devam ederken evin içinde devrilen eşyaların sesi geldi. Aynı anda Ahmet bey ve oğlu Serkan odalarından koridora çıktılar. Oldukları yerde birbirlerine baktılar. Gözgöze geldiler. Aynı anda aynı şeyi düşündüler. Kirişlerin altı!..Kirişlerin altında durmak lazım. Sarsıntı çok şiddetli... Aman Allah’ım ev adeta bir ileri bir geri gidiyor. Yıkılacak,yıkılacak!..Dayanamıyacak galiba...Onlar kirişlerin altında adeta donmuş gibi dururlarken ev beşik gibi sallanıyordu...

Evin dar koridorunda üç yetişkin insan,üç ruh,üç nefes sessizce kabusun bitmesini beklediler. Çok uzun gelen bir zaman sürecinden sonra,nihayet sarsıntı durdu. Hemen el feneri,anahtar ve bir ceket alındı. Aynı anda elektrikler kesildi. El fenerinin yardımıyla hızla aşağı indiler. Karanlıkta merdivenler hem yüksek,hem çok fazla görünüyordu. Apartman sakinleri aynı anda dairelerinden çıkmış olsa gerek yoğun bir trafik var merdivenlerde... Sonunda kendilerini zifiri karanlığın içinde buldular. Ohh... Nihayet açık havadaydılar.

Her yer karanlık ve garip bir sessizlik hüküm sürüyor. Oldukları yerde hiç kımıldamadan kendilerini,birbirlerini ve sessizliği dinliyorlar. Birdenbire karanlığı yırtan bir ses duyuldu:

--- Ahh! Ahhh!... Ahhhh!..

Birine bir şey oldu,ama ne? Karanlıkta çığlık atan adamın sesini dinliyorlar şimdi... Sessizlikten yeniden sesler yükseldi:

--- Ahh!.. Ahhhh!..

--- Kim bu?

--- Ahh!... Ahhhh!..

--- Ses karşıdan geliyor.

--- Yahu yardım edin adama!...

Onlar kımıldamadılar,kımıldayamadılar ama komşu Hulusi bey o tarafa doğru seğirtti. Karanlıktan bir takım sesler geliyor şimdi,bir kuyudan çıkar gibi...

--- Ayağı...

--- Ahh!... Ahhhh!...

--- Bir araba yok mu? Hastahaneye gitmesi lazım...

Aniden sesler çoğaldı. İnsanlar üzerlerine serpilen ölü toprağından aynı anda kurtuldular sanki... Sokaktaki arabalar ,evlerin yıkılma ihtimaline karşı arsaların kenarına çekiliyor. Farların aydınlattığı yolda koşuşan bacaklar,kaçışan insanlar... Kurtulma iç güdüsü bu...

--- Aman Allah’ım! Bu nedir? Alevler...

--- İlerde yangın var!...

--- Ne depremdi ama...Hepimize geçmiş olsun.

--- Geçmiş olsun. Uzun sürdü. Mutlaka bir şeyler olmuştur bir yerlerde...

Bir komşu minübüsüyle yaralıyı hastahaneye götürdü. Yeni gelenler birbirlerine soruyorlar:

: --- Ne olmuş... Ne olmuş...

--- Karşı apartmandan bir adam... Kaçayım derken ayağı kesilmiş...Çok kan kaybediyordu ,hastahaneye götürdüler...

Komşuların içi rahatladı. Neyse adam hastahaneye kaldırılmış. Orada gereken yapılır diye düşünüyorlar. Artık kendi işimize bakalım. Gözler karanlığa alıştı. Herkes sokağı boşaltıyor şimdi...Yan taraftaki arsaya gidiyorlar. Ahmet bey ve ailesi de yan taraftaki arsaya gittiler. Kaldırım kenarına oturdular. Apartman sakinleri birbirlerinin yakınındalar... Çocuklar ana ve babalarına iyice sokulmuşlar uykulu uykulu etraflarına bakıyorlar. Her kafadan bir ses çıkıyor:

--- Ben uyuyordum,ne olduğunu anlamadım. Bir de baktım ki deprem oluyor.

--- Ben de uyuyordum. Annem uyandırdı.

--- Saat kaçta oldu deprem?

--- Tam 3.02 ‘de . Hemen saate baktım.

--- Çocuklar çok korktular...

--- Allahım sen koru bizi ! Yarabbim...

Karanlıkta sağa sola gidenler. Arabalarını kaldırım kenarına park eden insanlar...Korkudan birbirine sokulan insanlar. Ağlayanlar,ağlayanlar...

İtfaiyenin siren sesleri...Ne çok itfaiye aracı gidiyor. Yangın büyüdü. Alevler karanlığı yararak gökyüzüne çıkıyor...

Bir araba geldi,yanlarında durdu. İçinden çıkan orta yaşlı bir bey önce apartmana baktı. Apartman karanlıkta bir heyula gibi gözüküyor ve yerli yerinde duruyordu Sonra heyecanla sordu:

--- Metin nerede? Metin nerede?

--- Hangi Metin.?...

--- Metin Şen

--- Bilmiyoruz. Buralardadır. Bir şeyimiz yok.

--- Siz nerden? Sizde bir şey var mı?...

--- Ben Avcılar merkez...Hiç sormayın. Karşımızdaki apartman çöktü. Beş kat... sadece en üst kattan iki kişi çıktı...

İnsanlar korkuyla başlarını çevirip konuşan adama sokuldular... Yürekleri taş kesilmiş...

Beyinleri söylenenleri anlamak için uğraşıyor sanki...

--- Yaaa!...Eee...

--- Yaa.. Enkazdan “İmdat! Bizi kurtarın “diye sesler geliyor. Karanlık... Yapılacak bir şey yok...

Ellerini iki yana açıyor, çaresizcesine...

Herkes “çok şükür bizim bir şeyimiz yok” diye düşünüyor. Yine eski yerlerine dönüyorlar. Yıkılan evi ve enkaz altında kalanları unuttular bile...Onlar şimdi kendi durumlarını düşünüyorlar. Yeni bir deprem olacak mı diye bekliyorlar. Yürekleri “pıt,pıt,pıt “ çarparak...arabaların radyoları dinleniyor merakla... İşte beklenen haber:

--- İstanbul’da saat 3.02’de şiddetli bir deprem olmuştur. Deprem 45 saniye sürmüştür. Depremle ilgili

haber merkezimize gelen bilgileri anında size ulaştıracağız...

Kadın içinden tekrarladı. 45 saniye. 45 saniye haa...

Halbuki birkaç dakika gibi gelmişti. Korkumuydu bu uzun süre sallandı intibaını veren...kadın oturduğu yerden etrafını izlemeye ve haberleri dinlemeye devam etti her saat başı...Yeni gün nelere gebe ,diye düşündü. Neler oldu bu gece... Sabah ola,hayır ola... Merak ediyordu bir çok şeyi. Zaman zaman sarsıntılar devam ediyordu. Ama bunlar ilk sarsıntı kadar korkutmuyor. Çünkü hem dışarıdalar,hem de emniyetteler bu açık arazide... Ama cep telefonları çalışmıyor. Haberleşme yok ne yazık ki...

Sinir bozucu uzun bir bekleyişten sonra ortalık yavaş yavaş ağarmaya başladı. Etraf yavaş yavaş seçilmeye başladı. Güneş ufuktan yükselirken altın ışıklarını yer yüzüne saçıyordu. Gerçeklerin su yüzüne çıkma zamanı gelmişti artık...

Saat 6.00’da eve girdiler. Onlar yeni girmişti ki bir sarsıntı daha oldu. Bu ilki kadar şiddetli değildi. Bu sefer dışarı çıkmadılar. Elektriklerin gelmesini beklediler. Elektrikler geldi. Televizyonu açtılar. Her kanalda deprem haberleri ve görüntüleri... Deprem çok geniş bir alana yayılmış. Adapazarı,İzmit,Gölcük, Yalova ve İstanbul en çok zarar gören yerler...Bu büyük bir felaketti. Yaşanan dehşetin görüntüleri yürek sızlatıyor. Enkaz,enkaz,enkaz yığınları...Altında çıkarılmayı bekleyen binlerce yaralı ve ölü insan...kırkbeş saniye süren güçlü bir tokadın izleri ve sonuçları bunlar...Görüntüler korkunçtu. Aile fertleri oturdukları kanepede arkalarına yaslandılar ve birbirlerine baktılar üzüntü dolu gözlerle... Sonra hepsi birden derin bir nefes aldı. Sonra hepsi birden derin bir soluk aldı. Çıkan solukta ucuz kurtulmanın ve yaşamanın sıcak sevinci gizliydi sanki... her şeye rağmen hayat güzeldi ve yaşanmaya değerdi...

paert

GECENİN İÇİNDEN

Karanlık gece, simsiyah kollarıyla İstanbul’u bir pelerin gibi sarmış ve gök kubbedeki yıldızlar yeryüzüne dökülüp etrafa saçılmışlar. Kimi yerde tek tük kimi yerde kümelenmiş durumda geceyi gözlüyorlar sanki...Yedi tepe üzerine kurulmuş şehirde; tepeler, düzlükler, denizler ve ışıklar gökyüzünün yeryüzündeki aksine benziyorlar. Sonbaharın son güzel günleri yaşanırken, sıcak yaz gecelerinde görmeye alıştığımız samanyolunu anımsatıyorlar bizlere...Işıklara ilgiyle bakıyorum. Gözlerim kamera olsa “zum” yapsam, her birinin içinde farklı yaşamlar görüp farklı sunumlar bulacağımı biliyorum. Düşünüyorum; bu aydınlık noktalarda şu anda yaşanan sevinçler, hüzünler, hayal kırıklıkları ve coşkular olmalı...

Yüz yirmi kilometre hızla giden bir arabanın içindeyim. Şu anda Boğaziçi Köprüsü’nden Maltepe istikâmetine doğru ilerliyoruz. Yanımdaki adama bakıyorum... Profili çok ciddi görünüyor. Dikkatli gözleri yolda ve diğer arabalarda, elleri direksiyonda...Bu geç saatte geniş asfalt yolda arabalar oldukça aralıklı seyrediyor. Hepsi de uçar gibi gidiyorlar. Bizde aynı şekilde...

__ Müzik dinlesek nasıl olur?

Bana döndü ve yüzünde bir tebessümle cevap verdi:

__ Hay hay hanımefendi...

Uzanıp teybe bir kaset koydu ve düğmesine bastı. Az sonra enstrümantal bir müzik arabanın içini doldurdu. Gözlerim yolda, kulaklarım müzikte dikkatle dinliyorum. Ne hoş bir müzik bu Türk motifleriyle işlenmiş... Gözlerim ışıklarda şimdi. Hızla geçip giden arabadan ışıklar, ateşböceklerine benziyorlar.

Müziğin içinden bir ritm kulağımdan beynime, beynimden gönlüme aktı sanki...”Tam, tra ram tam, tam tam”. Usta ellerin çıkardığı bir darbuka sesi bu...Sadece onu dinlemek ve hissetmek için gözlerimi yumuyorum.

Müzik beni alıyor bambaşka bir zamana ve mekâna götürüyor. Bir saray burası...Duvarları aynalarla süslü, uzun direkli, ışıl ışıl bir salon. Gökkuşağının tüm renkleri burada ve onları taşıyan kadınlar. Hepsi birbirinden güzel kadınlar...Giysileri, takıları, görünüşleri ne kadar farklı. Ne kadar da güzeller. Kendi üstüme bakıyorum. Aman Allah’ım onlardan hiç farkım yok. Üzerimde bir saraylı giysisi. Saçlarım uzun ve omuzlarımdan aşağı dalgalar halinde iniyorlar. Ya takılarım, ya takılarım...Salonu dolduran müzik aynı müzik. Dikkatli gözlerim bir köşede ki çalgıcıları görüyor. Bu müzik ruhumu okşuyor, içimi kaynatıyor. Ritme uyarak olduğum yerde sallanıyorum. Birden bir şey gözüme ilişiyor. Sevdiğim adam karşıda, bir yığın genç kadının arasında yüksek arkalıklı bir koltukta oturuyor. Kadınlar ona gülümsüyorlar ve o da onlara tebessümler saçıyor. Tek erkek ama salonu dolduruyor. Çünkü herkes ona bakıyor. Bir dansçı ortada dans ediyor. Büyülü bir dans bu. Genç adam müziğin ritmine uyarak kıvrılıp bükülen bu dansçıdan gözlerini ayıramıyor. Bir sevdiğime bir dansçıya bakıp kahroluyorum. Neden bana bakmıyor ve neden beni görmüyor. Yüreğimi sıkan bu duygu kıskançlık mı yoksa ? Biz bunları aşmamış mıydık onunla?

Bir anda aklıma parlak bir fikir geldi. Ben de dans edeceğim. Ortaya çıkıyorum ve müziğin ritmine uyarak dans etmeye başlıyorum. Diğer kadınlar bana öfkeyle bakıyorlar. Umurumda bile değil...Beden dilimi konuşturuyorum. Sevgim gözlerimde, ellerimde, vücudumun her yerinde. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum bir çift gözün ağırlığını hissettim üzerimde. Başımı çevirdim. O, beni izliyor ilgiyle...Ama ters giden bir şeyler var. Bana bakıyor,sadece bakıyor. Tanımıyor sanki. Gözleri elektrik vermiyor.

Eliyle yanındakilere işaret etti. Bir darbuka getirdiler. Sevdiğim darbukayı eline alıyor ve müziğe uygun ritm vuruyor. “Tam tam, tra tam tam..Tam tra tam tam, tam” Müziğin ritmine uyarak dansı sürdürüyorum. Gözlerim ikimizden başkasını görmüyor. Onu kazanmak için dans ediyorum sanki bu kadar güzelin arasında...Yoruldum ve kulaklarım uğulduyor. Yavaşlıyorum. Bir an gözlerimi yumuyorum. Darbuka sesi çok yakınım da şimdi...”Tam tra tam tam “. Gözlerimi açtım. Arabadayım. Yanımdakine baktım. Kaset hâlâ teypte çalıyor. Onun elleri direksiyonu bırakmış üstünde tempo tutuyor.

__ Ne yapıyorsun? Direksiyonu tutsana.

__ Tempo tutuyorum canım.

__ Bu kasetin adı nedir?

__ Beğendin mi?

__ Çok beğendim. Adı nedir?

__ Adı “Harem”

Hayretle bağırıyorum:

__ Harem mi?

Büyük bir şaşkınlığın içindeyim. Gülsem mi, ağlasam mı? Bu müzik beni bir hareme götürmüştü. Kendimi bir eğlence gecesinde ve oraya ait görmüştüm. O tantana , o ihtişam. O kalabalık güzel ve genç kadınlar. Kıskançlıklar, kinler...Bunlar hayal miydi yoksa bir rüya mı? Rahatladım. Çünkü ne öyle bir zamanda, ne öyle bir mekânda yaşamak istemem. Sevdiğimi onlarca kadınla paylaşamam ve günlerce bekleyemem. Asla yapamam bunu. Üstümden bir yük kalktı sanki, hafifledim. Haremde yaşayan kadınların kaderine yanarak acıdım onlara. Fazlası elimden gelmez ki..

Sevdiğim adama döndüm. Yanımda ve benim işte. Bütün sevgimi gözlerime vererek ona gülümsedim. Yüzümün sevgiyle aydınlandığını ve çok güzel göründüğümü biliyorum. Çünkü sevgi insanı güzelleştirir. O da bana gülümsedi. Elimi vitesi tutan elinin üzerine koydum, okşadım ve çektim. “Harem” hâlâ çalıyordu o egzotik havasıyla...Güzel bir kasetti. Mutlulukla arkama yaslanıyorum. Eve az kaldı. Gözlerim ilerde, kulaklarım da o müzik. Araba karanlığı bir ok gibi delmeye devam ediyordu.

SEVGİNİN AY ISIGI

Cok cok eskiden yesil bir vadinin icinde bir irmak kiyisinda kurulu bir koy varmis dunyada, taa dunyanin obur ucunda.
Cok eski dedik ya, o zamanlar gunduzleri pek gunesli gecermis, yagmur yagmadikca; geceleri hep yildizli olurmus, bulutlar
olmadikca. Koy sakinleri tarimla ugrasirlarmis, hayvanlar avlarlarmis ucsuz bucaksiz arazilerinden, sularini kaynagi cok uzakta olan, koylerinin icinden gecen,irmaktan alirlarmis. Koyde herkes birbirini sever, sayarmis.
Koyde bir tek kisinin kalbinde oyle buyuk bir sevgi varmis ki butun koyunkune bedelmis; Dolun'un Intera'ya olan askiymis bu.
Kiz Dolun'u bilirmiste tanimazmis yakindan. Dolun dayanamamis bir gun gitmis kizin yanina. Sormus Intera'ya onunla evlenip
evlenmeyecegini. Intera demis ki Dolun'a :
- "Evlenirim evlenmeye ama benim isteyenim coktur, her gelen kisiden ayni seyi ister benim babam. Ancak babamin bu istegini
yerine getiren benimle evlenir."
Dolun sasmis.
- "Sensin benim kalbimim sahibi" diyerek baslamis sozune "senin dilegin benim icin bir emirdir, soyle istegini hemen yapayim"
demis askina. Intera demis ki
- "Bir cicek vardir yapraklari gumusten tomurcuklari elmastan, onu ister babam benle evlenecekten".
Dolun
- "Bekle beni" demis Intera'ya, "hemen gidip getireyim o cicegi ama nerededir yeri?"
Intera parmagiyla gostermis akan irmagi
- "Iste bu irmagin kaynagindadir der babam, kirk gun yurumek gerekirmis oraya varmak icin ama bir giden bir daha gelmedi
simdiye dek cunku oralar buyuluymus derler, giden geri gelmezmis cunku buralardan cok daha guzelmis oralar.
Dolun
- "Senden daha guzel ne olabilir ki bu dunyada" demis Intera'ya "Donecegim, o cicekle, donecegim cunku seviyorum seni, cunku sensiz anlami olmaz benim icin o guzelligin".
Dolun cikmis yola sonra. Kirk gun yurumus irmagin yanindan. Hep ne kadar sevdigini dusunmus Intera'yi yol boyunca. Tek
aklindaki Intera'ymis, tek amaci ise o cicek. Kirkinci gun kalkmis Dolun sabah erkenden, yuzunu yikamis irmaktan, anlamiski
cok yaklasmis kaynagina irmagin suyun serinliginden. Devam etmis yoluna sonra. Biraz sonra varmis kaynaga, butun yesilliklerle cevrili bir gol varmis kaynakta, golun ortasinda bir adacik, adacigin ustunde de o cicek duruyormus. Anlamis Intera'nin anlattigi cicek oldugunu guzelliginden. Yuzmeye baslamis adaya dogru hemen. Adaya cikinca karsisinda bir adam belirmis Dolun'un. Adam Doluna
- "Her gulun bir dikeni, koruyucusu, oldugu gibi bende bu cicegin koruyucusuyum, eger almaya geldiysen ben, Salut, izin
vermem buna" demis.
Dolun saskin ve de kararli bir tonla
- "Ben o cicegi alacagim sonra askima kavusacagim" demis "Hic bir sey beni kararimdan ceviremez".
- "O zaman beni biraz dinleyeceksin" demis Salut "sana neden koparmaman gerektigini anlatacagim, eger hala ikna olmazsan
o zaman izin veririm almana". Dolun ikna olmus ve cokmus yoncalarin ustune, baslamis dinlemeye...
- "Eger bir seyi cok fazla istersen ve engelin yoksa onunde onu alirsin, hayatta boyledir, insan engelleri asarsa yasamina
devam edebilir. Bu cicekte sadece yasam icin bir seyler yapacaksan engelleri kaldirir onunden cunku onunda bir gorevi var, bu cicek sadece 28 gecede bir acar yapraklarini ve parlayan tohumlarini gole doker, bu sayede buradaki sular yukselir ve irmaktan tasar gider zamanla. Bu irmak sayesinde yasar bu dogadaki yesillikler, insanlar, hayvanlar." demis Salut.
Dolun baslamis dusunmeye, eger cicegi koparirsa kavusacaktir sevdigine ama kuruyacaktir irmaklari bunun yaninda. Sonunda
cicegin basina coker kalir Dolun. Gumus yapraklarinda kendini gorur Dolun cicegin. Yaninda Intera vardir ama niye mutsuzdur
ikiside. Aslinda kalbindeki tek endiseyi gorur Dolun. Zaman gectikce Dolun'un dusunceleri yogunlasir kafasinda.
Mutsuzlugunu dusunur, ciceksiz Intera'siz bir yasam dusunur.
Koparamaz cicegi gunlerce. Dolun artik yasamaktan zevk almaz sekilde sadece askini dusunerek beklemeye baslar olacaklari.
Bir gece cicek tohumlarini birakirken gole, bir tomurcukta Dolun'un sertlesmis kalbinin ustune dusmus, aniden Dolun kalbindeki askinin buyuklugu kadar kocaman bir tasa donmus, tas o kadar buyukmus ki dunyaya sigmamis gokyuzune yukselmis ve Dunya'yla donmeye baslamis.
Boylece Ay olmus Dolun'un kalbi Dunya'ya. O gunden sonra sadece 28 gecede bir gostermis Dolun kalbinin tum yuzunu,
askinin butun pariltisini digerlerine; sadece o gecelerde aydinlatmis .......Dunya'yi, ayni cicek gibi...

''je te perdu mon amour.''

EVLİLİK FİDANI

Yeni evli bir çift vardı.
Evliliklerinin daha ilk aylarında,
bu işin hiç de hayal ettikleri gibi
olmadığını anlayıvermişlerdi.

Aslında birbirlerini sevmiyor değillerdi.
Son zamanlarda o kadar sık olmasa da,
evlenmeden önce sık sık birbirlerini
çok sevdiklerine dair ne kadar da
dil dökmüşlerdi.

Ama şimdilerde, küçük bir söz,
ufak bir hadise aralarında orta çaplı
bir kavganın çıkasına yetiyordu.

Bir akşam oturup ilişkilerini
gözden geçirmeye karar verdiler.
Her ikisi de, boşanmayı
istememekle beraber, işlerin böyle
gitmeyeceğinin farkındaydılar.

Erkek, "Aklıma bir fikir geldi" dedi.
"Bahçeye bir ağaç dikelim ve eğer
bu ağaç üç ay içinde kurursa boşanalım.
Kurumaz da büyürse bunu bir daha
aklımızdan geçirmeyelim.
Bu süre içinde de
ayrı ayrı odalarda kalalım."

Bu ilginç fikir
hanımının da hoşuna gitti.
Ertesi gün gidip
bir meyve fidanı aldılar ve
birlikte bahçeye diktiler.
Aradan bir ay geçti.
Bir gece bahçede karşılaştılar.
Her ikisinin de elinde
içi su dolu birer bidon vardı.

BAHAR

Sen ki en cilvelisisin mevsimlerin,
afrodizyakların en etkilisi,
sevdanın suç ortağısın.

Yapma bunu bana!..

Bahar, yalvarırım çek git işine!..

Salma üstüme çiçeklerini, aklımı çelme!..

Her sabah çimenlerin çiyden ürpererek uyanıyor bahçemde;
sonra güneşle oynaşıp tütsülenmiş gibi buğulanıyor.

Ne zaman sokağa çıksam badem ağaçları salkım saçak çiçek...

Kavaklar kıpır kıpır, ıslık ıslığa meltem...

Kırda dayanılmaz bir kekik kokusu,
toprakta türlü çeşit börtü böcek...

Yapma bunu bana bahar,

Böyle üstüme gelme!..

Zaten damarlarıma zor zaptediyorum kanımı...

Çoktan cemreler düşmüş beynime, yüreğime...

Kalbimin buzları erimiş.

Göğüs kafesimde ne idüğü belirsiz bir kıpırtıyla geziyorum nicedir...
bir de sen çıldırtma beni...

Krizdeyim ben... Tembelliğin sırası değil, uyamam sana...

Al git serçelerini sabahlarımdan, çağlalarına, kokularına hakim ol.

Meltemlerine söyle, deli gibi ıslık çalıp sokağa çağırmasınlar beni...

Bulutların üşüşmesin başıma...

Girme kanıma benim... yoldan çıkarma!..


Sen ki en cilvelisisin mevsimlerin, afrodizyakların en etkilisi,

Sevdanın suç ortağısın.

Kıyma bana!..

Biliyorum çünkü, yine kandırıp yeşillendireceksin aşka; gövdemi
azdırıp sonra birden çekip gideceksin.

Tam kanım kaynamışken sana, toplayıp allarını morlarını, beni bir
kuraklığın ortasında terk edeceksin...

O iple çektiğim ışığın, dayanılmaz olacak o zaman...

Ne o delişmen sabahlar kalacak, ne günaha çağıran çapkın eteklerin

uçuştuğu günbatımları...

Tembel kuşların şakımaktan bitap, ebruli çiçeklerin kokmaktan...

Buselerin nemi kuruyacak çöl rüzgârlarında...

Yeşerttiğin çiçekler, yürekler solacak;
damar damar çatlayacak ruhumuz...

Hayat, bir ezik otlar diyarına dönüşecek yeniden...
Yüreğim viraneye...

Her bahar sarhoşluğu gibi, geçecek bu sonuncusu da...

Ebedi bahar, bir başka bahara kalacak.


İyisi mi, hiç azdırma ruhumu bahar...

İş açma başıma...

Git işine!

Yoldan çıkarma beni!...